Benim Ramazan akşamlarım |
Sizin Ramazan akşamlarınız nasıl geçiyor dostlar bilmiyorum ama, benimkisi renkli manzaralarla dolu. İşin ibadet tarafı ayrı, onu burada mevzubahis edecek değilim. İsterseniz iftar şölenlerinden başlayalım.
Ramazan başladı başlayalı neredeyse eve hasret kaldım inanın. Her ne kadar mübarek ayın başlarında iki üç akşamı çoluk çocuk birlikte geçirdiysek de ondan sonra başlayan “iftar daveti yağmuru” altında sırılsıklam oldum. İşyerindeki ajandam, cepteki programım doluverdi. Dâvetlerin çoğu, yakından tanıdığım dostlardan geliyor. İnsan kıramıyor elbette. Yemek bahane, asıl güzellik dostlarla görüşmek, koyu sohbetlerden nasip almak, muhabbeti ziyadeleştirmek… Geçenlerde aynı akşama iki iftar daveti birden geldi. Çağrılar çakıştı yani. Ne yapmalı, ne etmeli, bilmem ki? Birini bizim siteden Kerim’e verdim. Birine ben katıldım. İki tarafı da mahrum etmedik, iki yerden de mahrum kalmadık. Öyle ki geçen akşam bizim hanım, “Bey anladık, iftar dâvetleri çok ama biz de seni dâvet ediyoruz, eve bekliyoruz” deyiverdi. Nasrettin Hoca’yı hatırladım. Hani bilge filozofumuza “Hoca, senin hanım çok geziyor” diyerek şikâyet etmişler ya… Hoca da, “Sanmam, dediğiniz kadar gezseydi bizim eve de uğrardı” demiş ya… Bizimkisi o hesap… Kadıncağız haklı, “Hanım elbette seni kıramam, ama yarın bana telefon ediver lütfen, işyerindeki ajandama bakıvereyim, müsait bir akşam var mı yok mu kontrol edeyim, inşallah bir boşluk vardır. Şansınız yaver giderse elbette gelirim.” deyiverdim. Gülüştük. Bu durumdan şikâyet ettiğimi sanmayın. Aksine Ramazan’ın bu hareketi, bu bereketi memleket sathına yayılıyor, beni de çok huzurlu kılıyor. Her ne kadar bazıları bu muhteşem şöleni bozmaya çalışsa da muvaffak olamadıkları ortada. Anadolu’dan Eyüpsultan’a kadar uzanan ışıklı manevi bir atmosfer kapladı Türkiye’yi. Solgun ve oruçlu mütevekkil müminler, iyilik dolu yüreklerini herkese açıyorlar. İbadetler ediliyor. Ramazan çadırları doluyor, teravihler lebâleb dolu… Televizyonların iftar ve sahur programları fikir ziyafetlerine dönmüş… Muhtaçlara zekatlar, sadakalar veriliyor. Yoksulların yüzü gülüyor. Bakmayın bir kısım şom ağızların “Malezya yâveleri”ne ve “mahalle baskısı” diye yutturmaya çalıştıkları yalancı dolmalarına… Onlar her Ramazan’da böyle sun’i gündem oluşturmaktan büyük haz duyarlar. İddiaları, yerden göğe kadar yalan… Hem de sunturlusundan. Türkiye’de hiçbir zaman mahalle baskısı olmamıştır. Olsa olsa İkitelli medyasının baskısından söz edilebilir. Güzel ülkemizin 81 şehrinde onbinlerce, yüzbinlerce mahalleden hangisinde, kimler inancı yüzünden horlandı? Ben 18 yaşıma kadar Anadolu’nun en ücra köşesindeki bir küçük şehirde yaşadım. Mahalle baskısı yoktu. Namaz kılan da vardı, kılmayan da. Başını örten de vardı, örtmeyen de. Hiç kimse diğerine yan gözle bakmazdı. Öğrencilik yıllarımda İstanbul’un Çarşamba semtinde de, Kadıköy, Akatlar gibi lüks semtlerde de oturdum. Mahalle baskısının esamesi okunmuyordu. Dileyen dilediği gibi yaşıyordu, halen yaşıyor. Kimse kimseye karışmıyordu, bugün de karışmıyor. Müslüman Türk’ün zorlukla, zorbalıkla işi olmaz; kimseye zorla inanç dayatmaz. Bu davranış zaten dinimize aykırı. “Dinde zorlama yoktur” zira. Milyonda bir olmuş veya oldurulmuş bir müessifi vak’ayı büyütüp “mahalle baskısı” olduğunu ileri sürmek vicdansızlıktır, bu toplumu tanımamaktır. Hatta daha ilerisini söyleyeyim Türk halkına hakarettir. Yüzyıllar öncesinden günümüze gelen engin hoşgörümüzü, yüksek anlayışımızı görmemezlikten gelmektir. Kifayetsiz muhterislerin, şaklabanların idraksizliğidir. Yunus’u tanımamak, Mevlâna’yı bilmemektir. Bizde “Mahalle Sevgisi” vardır mahalle baskısı değil. Sokaklarımızda da mahallelerimizde de muhabbet hâkim olmuştur, anlayış yardımlaşma yaygın olmuştur. Ama galiba toplumumuzdaki bu anlamlı dayanışmadan rahatsızlık duyanlar vardır. Ekalliyette de olsalar, Cennet vatanımızdaki “huzur”dan huzursuzluk duyanlar mevcut. Ben milletimizin bu açık ve kasıtlı tahriklere kapılacağını düşünmüyorum. Bir de son zamanlarda uyduruk müftüler, nevzuhur allameler çıktı. Kadın gazeteci veya politikacı aslında ama din konusunda Zembilli Ali Efendi gibi ahkâm kesiyor. Millete başı açık namaz kılınabileceği fetvasını veriyor. Üstelik sözüm ona mezhep imamlarını kaynak gösteriyor. Uydurma tabii… Cahiller cesur oluyor. Cehalet de cesaret de atbaşı beraber ve dizboyu bilgisizlik… Ne diyeyim. Allah hepimize akıl, fikir, basiret versin. Özellikle de ekranlara çok sık çıkan ve bir kalemde asırların kabullerini yerle bir etmeye çalışan bazı modern fetvacılara… Neyse, genelde bu mevzulara pek girmem aslında. İyisi mi yine de konumuza döneyim. Malum, “Ramazan gecelerim”i anlatacaktım. İlk Ramazan iftarlarından birini Kubbealtı’nda açtım. Vakfın Çemberlitaş’taki merkezinde düzenlenen bu an’anevî güzel iftara kimler gelmemişti ki? Hepsinin adını saymaya kalksam unuttuklarım çıkar, ayıp olur. Onun için görebildiğim başlıca değerli şahsiyetlerin sadece ismini zikredeyim: Necdet Yaşar, Emin Işık, Uğur Derman, Ergun Göze, Mustafa Tahralı, Kâzım Yetiş, Yavuz Bülent Bâkiler ve daha bir çok ilim, irfan ehli… Bizim masada Tuğrul İnançer Hoca vardı. Dursun Gürlek, Belkıs İbrahimhakkıoğlu ve Cihat Zafer’le birlikteyiz… Tuğrul Hoca’nın sohbeti çok nefisti. Ben kendi adıma çok istifade ettim. Allah kendisinden razı olsun… Bu millet, Tuğrul Hoca’dan daha çok istifade edecektir inşallah… Nesil Şirketler Grubu’nun iftarı Florya Belediye Tesisleri’ndeydi. Büyük bir kalabalık… Mehmed Fırıncı, Yavuz Bahadıroğlu ve Orhan Özbey gecenin konuşmacılarıydı. Masamızda Selahattin Yusuf, Haşim Gayberi ve Bekir Gönüllü vardı. Meslek olarak yayıncılar çoktu. Bu da çok hoş bir meslekî dayanışma… Aslında yayıncılar arasında bu tarz dostlukların faydası saymakla bitmez. Ramazan da zaten unuttuğumuz veya ihmal ettiğimiz güzellikleri hatırlatıyor herkese. Diş kirası ne olabilir? Elbette kitap… Nesil de bütün dâvetlilerine zarif bir poşet içinde son yayınlarından birkaç örnek sundu. Bir de aylık yayımlanmaya başlanan Moral dergisi… Ramazana en çok yakışan nedir? İlahiler… Bizi manevi iklimlerde yolculuklara çıkaran millî mûsikimizi huşu içinde dinledik… Diyanet Vakfı’nın iftarı, Sultanahmet meydanına nâzır muhteşem bir otelin terasındaydı. Hava soğuktu biraz ama sıcak çorbalarla ve faydalı sohbetlerle içimizi ısıtıverdik. Ülkü kardeşimizin gayretiyle âdeta basınımızdan bir çok kişi koşup bu dâvete iştirak etmişti. Bizim masada olanları söyleyeyim: Yavuz Bülent Bâkiler, Mehmed Niyazi, Hüdavendigâr Onur, Muhterem Yüceyılmaz, Ayhan Yüceyılmaz, Mehlika Karagözoğlu, Bünyamin Yılmaz, Nevbahar Kabaklı Diş, Atilla Diş… Biraz ileride Haluk İmamoğlu, İsmail Fatih Ceylan ve Selâmi Çalışkan… İki değerli üstatla aynı masayı paylaşmanın sevinci yüzümüze aksetmişti. Yavuz Bülent ve Mehmed Niyazi ağabeyler, ezanı beklerken kültür dünyamızın temel meselelerinden bir kaçı üzerinde durdular… Az sonra terastan kaçıp içeri girdiğimizde Cihat Zafer ve ekibi ile Güzin Osmancık’ı dostlarıyla gördük… Terasta yer bulamamanın üzüntüsünü dile getireceklerdi ki, önlerini kestim: “Aman aman siz çok şanslısınız, burası sıcacık, biz terasta çok üşüdük.” dedim ve onları kısmen rahatlattım. Biraz da içeride dostlarla sohbet ettik. Mükemmel ev sahipliği yapan Diyanet yöneticileri, herkesin gönlünü fethetti. Diyanet’in diş kirası hediyelerin en güzeli, en yücesiydi. Allah’ın kelâmı, kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim. İftar sofraları devam ediyor. Bakın sofralardan özellikle bahsetmiyorum. Belki bu satırları okuyanlar arasında çok acıkmışlar olabilir. Günaha girmek istemem. Onun için sofra tasvirlerine bu yazıda yasak getirdim. “Eh çorba içtik, kahvaltılık yedik” falan diyorum, o kadar… Ama genelde israfa kaçılmadığını gördüm ki, bu durum sevindiriciydi. Elbette Ramazan sofraları diğer günlerin sofrasından farklı olabilir, olmalıdır da. Ama şirazeyi kaçırmamak şartıyla… Aksi takdir yoksulların ahı bizi rahatsız eder, etmelidir de. Kültür A.Ş.’nin Esma Sultan Yalısı’ndaki iftarı tek kelime ile muhteşemdi doğrusu. Boğazın bütün ihtişamı gözlerimizin önündeydi. Beşiktaş’tan Ortaköy’e doğru yürürken değerli sanatkârımız Hikmet Barutçugil’i gördüm. Yol boyu sohbet ettik. Sohbet elbette sanat dünyamıza dâirdi. Yalıdan içeri girdiğimizde bizi ilk karşılayan aşina simalar Kültür A.Ş.nin Genel Müdürü Nevzat Bayhan, başta Müjdat Uluçam, Hasan Işık ve diğer yöneticilerin de bulunduğu başarılı ekipti. İlk masada ise tanıdık bir yüz: Ekrem Kaftan. Ekrem hazırlıklı gelmiş. Sağolsun, yeni çıkan iki kitabını Hikmet Hocaya ve bana imzaladı. O ara İskender Pala da geldi. İskender Bey de bu kitap armağanından nasibini aldı. Yerimize gittiğimizde çok sevindim. Çünkü çok sevdiğim kıymetli ilim, fikir ve sanat üstatları ile aynı masayı paylaşacaktık. Yavuz Bülent Bâkiler, Ümit Meriç, Hikmet Barutçugil, İlhan Özkeçeci, Süleyman Zeki Bağlan, Hatice Aksu, Sait Öztürk… Kültür A.Ş. İstanbul’un kültür sanat camiasını bu iftarda buluşturmuştu. İlber Ortaylı’dan Cüneyt Arkın’a, Metin Celâl’den Yusuf Sezgin’e sanatın bir çok temsilcisi bu büyük sofrayı birlikte paylaşıyordu. Son iftarlardan biri geçenlerde gittiğim Hayat Yayınları’nın idi. Feshane’de verilen dâvetin konuşmacısı tabiatıyla yayınevinin sahibi Hayati Bayrak ve yazarı Mehmet Ali Bulut idi. Hayati Bey, yayıncılıktan ve yayınevinin çalışmalarından bahsederken, Bulut daha çok yeni çıkacak kitabından söz etti. Burada da uzun zamandır göremediğim dostlarla karşılaşmak beni bahtiyar etti. Meselâ Salih Karabulut, İrfan Çalışan, Hüseyin Doğru, Ahmet İyioldu, Mustafa Erdem, Hüseyin Gökçe, Özcan Ünlü… Ve Bilim Sanat Vakfı iftarı. Vefa'daki vakıf binasında Abdullah Uçman, Yasin Aktay, Alim Kahraman ve diğer dostlarla buluştuk. İftardan sonra, konferans salonunda Mustafa Özel'i dinledik önce. Mustafa Beyin nüktelerle dolu konuşması, tam Ramazaniyelikti. Ardından Ahmet Davutoğlu, son beş yılın muhasebesini yaptı. Dönüşte Abdullah Hocamla Fatih'e döndük. Yolda 1974'te Durali Yılmaz, Mustafa Miyasoğlu, Ebubekir Eroğlu ve diğer edebiyatçı arkadaşlarla çıkardıkları sanat dergisini konuştuk. Daha doğrusu Hoca anlattı, ben ve Kerem dinledik. Güzel hâtıralardı. Önceki akşam bu sefer Burç FM’in Üsküdar Fethipaşa Korusu’ndaki Dilruba Restaurant’taki iftar dâvetine üşenmeden gittim. Üsküdar’a kadar iyi de ondan sonrası zor oldu. Uzun yolu seçmişim meğer. Korunun dik ve dolambaçlı yokuşunu, ağır çantamla kan ter içinde kalma bahasına tırmandım. Gelip geçenler özel arabalar. Taksi bile uğramıyor. Neyse tepeye vardığımda “Bu yorgunluğa değdi” dedim. Çünkü mükemmel bir manzara bekliyordu beni. İki taraftan İstanbul görüntüleri… Yeşilin hâkim olduğu mekânlara ne kadar da çok hasret kalmışım meğer. Evet Fatih semtini çok seviyorum, ama arasıra bol bol oksijen depolamak için Üsküdar taraflarına gelmem lâzım herhalde. İçeri girer girmez Yavuz Bülent ağabeyi gördüm. Uzaktan el etti, yanına gittim. Benim için büyük lütuf. Yavuz ağabeyin olduğu masada oturmak, bana mutlaka güzel fikirler, hisler kazandıracaktır. Masada başka değerli simâlar da var: Yusuf Ziya Özkan, Dursun Gürlek ve Alim Kahraman… Sohbetler yine kültüre, Türkçe’ye dâir… Ahmet Taşgetiren, Mehmed Niyazi Bey, Sadettin Ökten, Mustafa Armağan, Ali Ural, Hüseyin Öztürk yanıbaşımızdaki masada idiler. Hepsiyle selâmlaşıyoruz. Yemekten sonra mûsiki faslı başladı, ama uzakta oturanlar fazla oturmamalıydı. Toparlandım, benden önce Dursun Hoca ayaklanmış meğer. Birlikte Üsküdar’a indik, ben vapura yetiştim ve eve döndüm. Biliyorum bazılarınız “Yeter yahu! Herkes Ramazan boyunca iftara, bir yerlere gitti, niçin bu kadar tafsilatlı anlatırsın?” diyecektir. Ama ben başladığım bu mevzuyu tamamlamak istiyorum. Ve dün akşamki son iftar… Bunu aziz dostum, kardeşim Murat Başaran vermişti. Yeri, Tarih ve Düşünce dergisinin Cağaloğlu’nda bulunduğu binadaydı. Ne yazık ki sekiz aydır çıkamayan bu dergi idarehanesinde… Murat Başaran, Mehmet Fatih Can, Cihat Zafer, Muammer Erkul ve bendeniz… Birkaç dost daha… Ama çoğunluk Sanatalemi yazarı olunca hem yemek sırasında hem de yemekten sonra mevzu dönüp dolaşıp sitemize geldi… Takdirler de söylendi, tenkitler de yapıldı. Ama insaflı ve faydalı tenkitler… Muammer Erkul, Murat Başaran ve Cihat Zafer… Bu üçü çok tehlikeli aziz okuyucular… Adama feleğini şaşırtırlar. Esprilerine bayılıyorum, bazılarını geç anlasam da. Evde de Kerem ile Ömer arasında böyle kaş göz işaretleri, beden dili dedikleri iletişim yaşanıyor çoğunlukla… Eh biz de kafakâğıdını biraz eskittik zâhir… Gençlerin yüksek zevkine erişmemiz mümkün mü? Çay muhabbeti çok tatlı gidiyordu, ardından kahveler geldi… İyi hoş da, bir de baktım ki saat 20.00’ye gelip dayanmış. Hâlbuki benim o saatte Sultanahmet’teki Kitap Fuarı’nda olmam lâzımdı. Çünkü imza günüm var ve Muhterem Hanımla birlikte Nesil Yayınları standında olacağız. Kısa hazırlıktan sonra yola revân oldum. Çatalçeşme’den Divanyolu’na kadar iyi… Ama Divanyolu’ndan fuar alanına gidene kadar neler çektiğimi Allah bilir… Yollar insan barikatıyla dolu… Aşmak ne mümkün… Neyse, türlü manevralarla cami avlusuna yetişebildim. Tam yayınevinin kurulduğu standın önüne geldim ki, Muhterem Hanım ve değerli eşi Ayhan Bey’in yeni geldiklerini gördüm. Ayarlasak bu kadar olur. Aynı saniyelerde buluştuk neredeyse. “Ohhh!” Derin bir nefes çektim. On dakikalık gecikmeme bir suç ortağı mı arıyordum nedir? Neyse, yayınevinin çalışanlarına selâm verdik, yerlerimize kurulduk. Yayınevimizin güleryüzlü çalışanları bizi cezalandıracaklarına güler yüz gösterdiler, çay ikram ettiler. Az sonra Genel Müdür Selahattin Arslan Bey geldi. Dostlar bizi yalnız bırakmadı, kitap meraklıları masaların önüne doluştu… Bazen tenhalaşan bazen de yoğunlaşan kalabalıklar kitapları süze süze yaklaştılar, sonra da uzaklaştılar… Uzaklardan gelen dostlar var. Beni en çok genç okuyucular (çocuk demeyeyim ayıp olur) ziyaret etti. Malum, “Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hâtıraları” var ya… İlgilerini çekiyor. Biz Muhterem Hanım’la dolu dizgin hem kitap imzalıyor, hem okuyucularla sohbet ediyor, arada bir de lâflıyorduk. Az sonra ne göreyim!… Yeni kurtulduğum iki tatlı belâ sökün etti. Muammer Erkul ve Cihat Zafer… Tebessüm ederek geldiler, Cihat yanımızdaki sandalyeye oturdu, Muammer ayakta dolaştı durdu. Galiba bu “genç yazar”lardan ömür boyu kurtulamayacağım. Duyduğuma göre “genç yazar” dememe hafiften alınıyorlarmış. “Yahu yaşımız 40’ı buldu, aştı bile, bize hâlâ genç yazar diyor. Neremiz genç?” Derim tabii. Asıl yaşları ne olursa olsun, bana göre Muammer 25, Cihat ise 18,5 yaşında… Murat ise henüz 28’ine yeni ayak bastı… Şimdi bu tahminime ilk iki muhterem sevinebilir de Murat “Ben çok mu yaşlı gösteriyorum yahu” deyip köpürebilir. Vallahi, Murat’ın hiddetinden ve şiddetinden çekinirim. Söğütlülerin damadıdır ve Osmanlı hayranıdır. Gerçi bana “ağabey” der ama, öyle sunturlu lâflarına şahit olmuşumdur ki, bu nâzik (!) sözlerini duyduğumda endişeyle çevreme bakmışımdır, “etrafta yabancı kimse var mı, yok mu?” diye. Neyse lâfı yine çok uzattığımın farkındayım. Artık müjdeler olsun, yazının sonuna doğru geliyorum. Sultanahmet Camii avlusundan dostlarla vedalaştıktan sonra Yüceyılmaz ailesiyle birlikte alandan ayrıldık. Bir arabayla önce sahile indik, oradan Aksaray’a ulaştık, sonra Vatan Caddesi’ni geçtik, ardından Fatih’e doğru ilerledik. Ben yolda indim ve bir koşu eve geldim. İçeri girdiğimde hanım beni karşıladı: “Durum nasıl, iftar için bir akşam kaldı mı bize?” Hemen programı çıkarıp baktım. “Cuma akşamı Net Televizyonu’nun canlı yayınındayım hanım, ondan sonrası da dolu, ama yarın şükürler olsun dâvetli olduğum bir yer yok. Yani boş görünüyor!” Çok sevindi kadıncağız: “İyi, kimse kapmadan ben dâvet edivereyim seni öyleyse. Yarın akşam bizde, çoluk çocuk iftar açabilir miyiz bey?” Bu söze ne denir. Ben de coşkuyla karşılık verdim: “Hay haaay! Yaşasııın! Yarın evimde iftar açacağım!” Son cümlemi biraz yüksek sesle söylemişim ki, Kerem ile Ömer odalarından çıkıp geldiler, merakla yüzümüze baktılar. Meseleyi öğrendiklerinde onlar da “Yaşasııın!” diye çığlık attılar. Hâl-i pür melâlimi size bütün açık kalpliliğimle anlattım aziz dostlar. Rica ediyor, hatta yalvarıyorum. Ne olur, hiç olmazsa bu akşam, bir kerecik olsun beni affedin. İftar sofranıza çağırmayın. Borcum olsun, söz veriyorum, önümüzdeki sene mutlaka dâvetinize icabet ederim.” Mühim bir not: Sakın yanlış anlaşılmasın, kendime davet yasağım sadece bu akşam için geçerlidir. 6 Ekim’den Ramazan sonuna kadar olan dâvetleri memnuniyetle kabul edeceğimi dostlarıma önemle duyururum!… 🙂 |
Eklenme Tarihi: 04.10.2007
http://www.mehmetnuriyardim.com/YAZDIR.ASP?ID=504
|
2008-02-09