Benim yorumum, işte sadece bu başlık olarak kalsın… Ben ki o gün… O, akşamın alacakaranlığının, yerini iyiden iyiye gecenin siyahına bırakırken… Tam 400 kilometre uzaktan sarsıntıyı hissedip kendimi bahçeye attığım gün… Orda, o çalkalanan toprağın tam ortasında olanların elbette benden fazla hakkı var, söz etmeye…
Belki o insanlar da sizinle veya benimle birlikte gördü, gün ışıdığında Düzce’nin perişan yüzünü… Düzce dolmuştu; yavrularını arayan ana ve babalarla, yakınlarını, canlarını, canlılarını arayanlarla… Caddelere, polisin kurduğu barikatlara araba sürüp, ezip geçenlerle; yolları kesmiş güvenlik güçlerinin bir anlamda namlularının üstüne koşanlarla… Düzce dolmuştu!..
Yazmayacaktım…
Yazmayacağım da. Aşağıdaki mektubu yüreğinize gönderiyorum!..
Belki edebiyat yok ve bildiğim, kefil olduğum bir samimiyet var her harfinde…
“-Selam ve Dualarımla:
Gökten rahmet olarak su damlacıklarının sağanak olarak yer yüzüne indiği, doğal Karadeniz havasının teneffüs edildiği Düzce’de e-maillerime bakmak için girdiğim internette Muammer Ağabey’den e-mail almış olmanın bahtiyarlığını yaşarken…
Bugünlerde de şöyle düşünüyordum: “Muammer Ağabey bize darıldı herhalde, hiçbir yazımıza cevap yazmaz oldu. Fazla yazdık, kafasını şişirdik…” İşte böyle bir ruh halindeyken, sizden mail almak… Allahü teâlâ razı olsun, hakkınızı helal ediniz…
Hani sizden yüz bulduk ya tamam, bir kez daha yazalım, destursuz olarak zamanınızı çalalım, e-mail adresinizde kilobayt mertebesinden yer işgal edelim!..
Tam hatırlamıyorum, lakin üç-dört hafta önce Cedidiye’de bulunan otobüs durağında bekliyorum, saatler akşam ezanı vaktini göstermekte… Siralik Prefabrike iskan alanında bulunan prefabrikeme (bana göre orası 35 metrekarelik “pire villa”dır, ben öyle diyorum) gitmek icin…
Neyse, derken otobüs geldi. Geldi de, bir önceki Büyük Cami durağından tıklım tıklım dolu. Bindik. Hemen arkamdan bir adam ve hanımı gelmekte… Ancak otobüsün 3. koltuğu hizasına kadar ilerledik, herkes üst üste… Tam üçüncü koltukta oturan 13-14 yaşlarında, ortaokul üniformalı bir kız arkamdan gelmekte olan adamın hanımına;
“Buyur teyze, lütfen oturun” diyerek yerini verdi. Hanım da kalkan kızın yerine oturdu… Ancak birden bire ağlamaya başladı… Hem kendisine yer veren kıza sarılıyor, hem de ağlıyordu…
Öğrendim ki bu kadıncağızın, kendisine yer veren kızın yaşlarında ve ortaokul öğrencisi bir kızı vefat etmiş (galiba Düzce zelzelesinde)…
…..
Bayan hüngür hüngür ağlarken, bana arkası dönük olan kocası da onun kafasını dürtüklüyor, görünüşe göre; “Sus, rezil ettin bizi” demek istiyordu!..
Ben, adama iyice sinir olmaya başladığım sırada başını bana doğru çevirdi ki; kırmızıya kesmiş gözlerinin derin pınarlarında yaşlar parıldıyordu… Belliydi ki; kendini bütün gücüyle kasmaktan tükenmişti artık. Aslında karısından daha fazla ağlamak istiyor, ama bunu yapamadığı için de, belki kendisinin bile bir anlam veremediği o hareketi yapıp duruyordu…
İşte böyle, bu kadar… Beni etkileyen ve unutamayacağım bir olaydı sadece, o kadar…
…..
Ağabey, diyeceksin ki nerden çıktı bu şimdi? Ben de bilmiyorum!..
Dün akşam oturmuş, şöyle geçmişi düşünüyordum… Bu zaman yolculuğunda 12 Kasım akşamına geldiğimde… O gece aklıma geldi… Üniversiteden arkadaşlarla Çoban’da oturmuştuk, gece 3-4 sıralarıydı, o zamana kadar çocuklarından haber alamamış aileler akın akın Düzce’ye geliyordu ve yanımıza gelerek çocuklarının ismini haykırıyorlardı, gördünüz mü onu, tanıyor musunuz oğlumu, haber aldınız mı, haberiniz var mı yavrumdan diye soruyordu anneler, babalar…
Bunları size daha önce de yazmıştım… İşte orada, çocuklarıyla buluşabilen anneler, saatlerdir yürekleri yanık analar…. (Şimdi bunları anlatamam, daha doğrusu o zamana gidemem, zira şu anda ağlamak istemiyorum…)
…..
Ya çocuklarından haber alamayanlar? Üç gün enkaz başında umutla bekleyen babanın… bir vinç kepçesinde… kendi evladının… ezilmiş ve toza bulanmış cesedini görmesi….
İyi, güzel de, bu konularla bir kez daha niye mi sizin başınızı ağrıttım?..
Hiç beklemiyor iken, sizden mail aldığımda… bir şeyler yazmak istedim, laf lafı açıyor ya, yazı da yazıyı tuşlatıyor herhalde…
…..
12 Kasım’ın ertesinde… Türkiye Gazetesi “ Stop” köşesinde iki gün “Düzce” başlıklı yazısını yayınlayan yazar ağabey ve yazıları geldi hatrıma… Bir baba geldi hatırıma (haber alamadığı küçük kızını bulmak için yollara düşen) da… onun için yazdım bunları…
Hem, hürmetlerimi göndereyim dedim, hem de işte…..
“Anne ve babalar, çocuklarını; çocukların, anne ve babalarını sevdiklerinden daha çok severler.”
Evet, evet çok doğru…
İşte, bir 12 Kasım daha geliyor, Düzce… İki koca yıl, 24 ay çok şey unutuldu, yaralar sarılmış, öyle diyor büyük bildiklerimiz… İki yıldan sonra dahi yüz kişinin içinde ağlayabilen anneler… Unutuldu yaşanan her şey, yaralar sarıldı…..
Artık memleketim Manisa’da veya başka bir yörede biriyle konuşurken Düzce’de okuduğumu söyleyince diyor ki; “Ha, orda deprem mi olmuştu?” Yani, unuttuk mübarek olsun!.. Ben de kızmıyorum artık… Zelzelenin ilk günlerinde memleketin bir yerinde bir şehir yanarken öbür uçta yolda görünen birini görünce boğazına sarılmak isteyen ben bile takmıyorum artık!..
…..
Başınızı gerçekten ağrıttım… Bilmiyorum bu, bugün okuduğunuz kaçıncı mail veya mektup, yüz-ikiyüz?.. Zamanınızı aldığımı biliyorum boş lakırdılarla… “Siz de unutun” gitsin!..
Düzce’ye geldiğinizde beklerim efendim, “pirevillamızı” şereflendirirsiniz. Siralik Prefabrikleri numara 570.
Sevgi ve hürmetlerimle…
Mustafa Metin Tamer
(Teknik Eğitim Fakültesi talebesi)
Stop
Muammer Erkul
08 Kasım 2001 Perşembe