Ninem’le görümcesi ‘hayat’ta oturuyorlardı. Yanlarındaki üçüncü ihtiyar da, yün eğiren komşu kadındı… (O zamanlar sanmaktaydım ki; gözleri çok zor gören her yaşlı kadının vazifesi yün eğirip iplik yapmaktır!..)
Hayatın bütün kapıları açıktı ama, bembeyaz sıvalı evler gün ışığında parlayıp göz aldığından, içerisi karanlıkta kalıyor, görünmüyordu… Bir de uçuşkan beyaz örtüsü salınırsa kapının; bu bez hem sineklerin içeri girmesine mani oluyor, hem de ışık ve gölgeyi tamamen ayırdığından, istesen bile içeriyi görmen mümkün olmuyordu.
Gelinler ve yaşıtları gülüşmezdi pek, hayatta büyükler otururken. Hele hele dedem kapının önündeyken… Halbuki o hiç kızmamıştı onlara, en azından benim bildiğim zamanlarda.
…..
Dedem heyecanlı ve sevgi doluydu aslında hep…
Ben bir de duygusal olduğunu biliyordum, fakat buna benden başka kimse inanmıyordu!..
…..
Ama, dedem var ya dedem…
Dedem, “tam da bir dede kadar” bilge adamdı.
– Kocakarııı!.. Diye uzatarak seslendi nineme, birazcık şaka gibi… Hemen hemen hiç böyle seslenmediğinden, konuşmalar ve içerdeki fısıldaşmalar bir anda kesildi. Hayat’ın üstündeki saçağı tutan mavi boyalı direklere asılmış, örülü mısırların yaprakları hışırdadı rüzgardan… Sonra uzakta bir leylek takırdadı…
Belki de zaten bu sessizliği beklemiş olan dedem devam etti:
– Şunu sorarsın, ben gidince, kızların ile gelin kızlarına ki; sokağa salınan aç hayvanları zaptetmek kolay mıdııır, zor mudur?..
…..
Bu laf sanki sıradan, basit, değersiz bir sözü çamura atmak gibi bir şeydi… Ama ben bile biliyordum ki; ardından, rahmete benzer çisil çisil bir şeyler yağacak, ve yerde duran o altınlar; damla damla yıkandıkça çil çil parlayacaktı…
Hayat’a çıkan üç yüksek basamağın en altındakine, yüzü bana dönük oturmuştu dedem ve elindeki keserle bir şeyi yontuyordu. Başını kaldırsa göz göze gelirdik, ama bana bile bakmayıp, elindeki odundan “tosssçk, tossk” diye alafa benzer incecik plakalar ayırıyordu, çok meşgulmüş gibi.
Ben, (şu an, içeridekilere kapıdan bir göz atmış olan) ninem dahil herkesi görüyor, ve dedemin ne dediğini anlamaya çalışıyordum ki;
– Anladın mı?.. Diye sordu.
– Anlamadık, dedi ninem. Tekrar ediversene!..
– Çocuğunu doyurmadan çarşıya salarsan, bakar mı kebapçının camlarına?..
– Bakar herhalde…
– Tam da açlığı aklını karıştırırken; “gel seni doyurayım!” diye davet eden olursa, sapar mı çağırıldığı kapıya?..
– Kim bilir, sapabilir belki de!..
– Peki böyle lezzetleri dışarıda da bulmaya alışırsa, bir daha beklemek ister mi kendisini senin doyurmanı?.. Ve bekletirsen eskisi gibi, oturur mu sofrana?..
… Peki hal böyle olduğunda, söylesene kim ah eder ve dövünür?..
… Dur şimdi… Sen, ne cevap ver bana, ne de soru sor… Ben gidince, sen de gelin kızlarına sorarsın aynı soruları…
“- Yengemlerle teyzemler duyuyor zaten seni!..” diyecektim ki, kendi kendine söylenir gibi, ortaya ve daha boğuk bir sesle konuşmaya başladı yeniden dedem:
– Niye düşünmek gelmez bazılarının aklına, hiçbir zaman anlamıyorum… Doyurmak sorumluluğunda olduğu kişiye, gönlünce bir ziyafet hazırlayamadığı zaman bile, kendi eliyle alelacele nefis körlemeyi de bilmiyor mu bazıları, anlamıyorum!..
…..
Anlamıyorum; onu doyurmaya kendisi talip olduğu halde, çocuğunu aç açına çarşıya saldığında neler olacağını… Önce onun başına, sonra da kendi başına neler geleceğini niye düşünmez ki bazıları?..
…..
Üstüne üstlük, bazı kaz kafalı ahmaklar, kendilerinde olan bu sorumluluğu nasıl pazarlık konusu yapmaya, tehdit unsuru olarak kullanmaya kalkarlar… Ve nasıl bu vebalden veba gibi korkmazlar, çekinmezler, anlamıyorum!..
Çocuk aklı işte;
Dedem kızar gibi konuştukça, sanki beni beslemelerinden dedeme şikayet ettiğimi falan sanacaklar zannedip çok üzüldüm… Yalvarır gibi dedim ki:
– Benim, hiç kimseyi sana şikayet etmediğimi söyler misin onlara?..
Baktı bana sıcacık. Parmaklarını saçlarımın arasına daldırdıktan sonra;
– Ninesii, dedi arkasını dönmeden… Az önceki sözlerimin, hem de hiç birinin, oğlumla hiçbir ilgisi yoktur…
Sonra gene bakmaya başlayıp elindeki biçimsiz oduna, aynen şöyle devam etti:
… ama, zaman içinde parçalanan ve parçalanacak olan yuvalarla çok ilgisi vardır!..
Çünkü bahsettiğim şey; evin çatısını tutan, duvarları tutan tuğlaları tutan harçtaki bir çatlak ve çözülmedir ki, işte buradan başlayan sızıntı önce bütün bir duvarı, ve ardından bir yuvayı yerle bir edebilir!..
Evet, hiç kimse unutmasın;
Sokağa salınan aç hayvanı…
Doyurmadan çarşıya gönderilen çocuğu…
Bir de bendini yıkan suyu zaptetmek kolay değildir!..
Stop
Muammer Erkul
31 Mayıs 2001 Perşembe