Şalgam’ı öpmek!.. [29 Ekim 1999 Cuma]

Şalgam’ı öpmek!..

Şimdi ben bu köşede birisine veya birilerine; “yazma” diyorsam… O kişi de benim sözümü dinleyip yazmamaya karar veriyor ve yazmayabiliyorsa…
İşte bu kişi, bana yazdığı mektuplarının içine n’oooolur;
“Usta bee, bak bakalım şu yazdıklarıma da söyle, benden yazar-şair olur mu?..” gibi kaz kafalı sorular sormasın!..

Kızdığımı düşünmesin kimse; kızmıyorum…
Şu an eğer popomu sıkıp, böyle bir kaşıntılı konuda yazarak, hayatımın birkaç saatini heba ediyorsam; bunun gibi abuk soruların peşine takılanları bile, hayatımın bazı saatlerini feda edecek kadar seviyor olmamdandır!
(Belki de ilk defa; “anlatabiliyor muyum” demeyeceğim size bugün… Bazıları gibi soracağım:)
Anlıyor musun?..
Ha, an lı yor mu suuun?..

Kim olduğunu zerre kadar bilmediğim biri almış eline kağıdı-kalemi yazmış bir şeyler…
Kimdir bu insan, bilmem!.. Kaç yaşındadır, hangi okulda okumuştur, kaç kitabı yutmuştur, dergilerle arası nasıldır, bilmem!.. Nasıl bir aileden gelir, nerelerde yaşamıştır, halet-i ruhiyesi nedir, bilmem!.. Daha önce neler yazmıştır, bundan sonra neler yazmak ister, bilmem!.. Onu, yazmaya neler itmiştir, bunu da bilmem!..
Yahu, elimde mektubunu tuttuğum kişi belki de onbeşinci yaşını yeni bitirmiş bir Tanpınar… Belki, “şiiri” henüz araştırmaya başlamış bir Nazım Hikmet, bir Necip Fazıl, bir Yahya Kemal…
Şimdi ben, (olur ya) gerçekten çok kötü bir örnek göndermiş olan böyle bir “normal dışı” adama diyeceğim ki;
-Yok oğlum, sen al bu kalemi dee!..
Öyle mi?..
Gerçekten benden beklediğiniz bu mu?..
Ayrıca; ben kimim ya?.. Kimim ki, birileri “yazmamak” konusunda benden “emir” bekliyor?..

Belki de yine bu kağıt parçası; bundan önce tek satır yazmamış ve bundan sonra da tek satır yazmayacak olan… En büyük ideali; podyumlarda yürümek, yahut Çarkıfelek’te Mehmet Ali Erbil’e dikleşip kendini “ispat” etmek olan… Ama, ben bu mektubu açıncaya kadar da kendisine ilk “gel” diyen herife kaçmış ve iki düzine çocuk yapmak için de çoktan faaliyete geçmiş birinden geliyor… (Uydurduğumu mu sanıyorsunuz?..)
Gerçekten ne bekliyor bazıları benden…
Şimdi ben buna;
-Uff, muhteşemsin yavrum!.. Hiç durma, yazmaya devam et, desem, bu kişi edebiyat tarihine mi geçecek?..

Yazacak olan zaten yazacaktır arkadaş!..
Kapıdan girecek, bacadan dalacaktır ama seni (beni) bulacaktır. Ben onunla aynı frekansta değilsem, kendi frekansında adamlar bulacaktır.
Hiç kimse diğerinin ölçüsü olamaz bu konuda. Nazım, Necip Fazıl’a aşık mıydı zannediyorsunuz?.. Orhan Veli’nin yazdıkları Yahya Kemal’in eline geçseydi onları ufalayıp “martı kuşlarına” savurmaz mıydı?.. Cemil Meriç ile Reşat Nuri’nin üslubunda, anlayışında ve düşünme biçiminde bir alaka var mıydı?..

Hadi, size bir şiir yazayım da, okuyun:
Kediler
Akşam olunca meydan,/Sokak kedilerine kalır./Ya miyavlaşırlar/Yahut da kavgalaşır…
Kavgaları ilginçtir/Kuvvetli hepsini döver/Kaçmazsa ötekiler/Tırnaklı pençesi kalkar/İnince acı bir “miyav…”/İşte böyledir kediler.
Hadi bakalım…
Benim yerime bir cevap yazın şimdi bu “şiir”e.

Lütfen… Yazının devamını okumadan şu yukarıdaki şiire tekrar bakar mısınız ve düşünür müsünüz üzerinde… İçinizden bir “cevap” hazırlar mısınız… (Lütfen.)
O gün, o evde, o insan yoktu…
O gün, o evde başka biri vardı; kendisini “otorite” zanneden!.. Ve duruma el koyup, ilgilendi:
Kağıdı eline aldı. Üzerindekilere baktı.
Sonra ağır ağır, mırıldanarak okudu;
-Akşam olunca meydan,/Sokak kedilerine kalır./Ya miyavlaşırlar,/Yahut da kavgalaşır…
Ardından büyük bir ciddiyetle, “hükmünü” verdi:
-Bu çok kötü… Şiir bile değil. Sen boşu boşuna yazma!..
Karşısındaki çocuk hiç sesini çıkarmadı, çıkaramadı. Öyle ya koskoca bir “adam”dır hükmü kesen!.. Kağıdını aldı ve koltuğunun altında taşıdığı çantasına koyup, fermuarını kapattı. Evden çıktı, Beylerbeyi iskelesine doğru yürüdü.

Soru: Sizce şu an ne yapmalıydı; gururu yere vurulmuş ve üstelik kocaman bir adamın kundurasının burnuyla burula burula ezilmişken?..

İlk yol;
“O adam haklıydı. Rezil oldum… Zaten şiir çok kötüydü. Yine yazarsam, yine rezil olacağım Bundan sonra yazmak yok” demekti.
Boğazın yukarısından hafif bir rüzgâr esiyordu. İskelenin kenarındaki küçük dalgakıranın iç kısmında sandallar vardı. Havuzun suyuyla yalpalayan teknelerindeki balıkçılar ağlarını temizliyor… İki tanesi de kıyıda; sırt yüzgeciyle karın altı dikenlerini kestikten sonra, izmarit balıklarının pullu derilerini sırtlarından bütün çıkarıyorlardı.
Eveet!..
İkinci yol daha güzeldi.
O çocuk ikinci yolu seçti.
İkinci yol şuydu:
-O adam kim ki?.. O, hiçbir şeyden anlamıyor belki de… Ben daha güzellerini yazabilirim ve yazacağım…

Soru: Sizce bu iki yolun hangisi doğruydu?.. Ve siz olsanız hangisini tercih ederdiniz?..

O adam… O büyük “otorite” kimdi, ne oldu, ne yapar hiç bilmiyorum… Çünkü o adamı bir daha hiç görmedim, duymadım.
Ama o çocuğu her gün, her gün, her gün görüyorum… O çocuk her gün, her gün, her gün yazıyor çünkü… Hatta o küçük çocuğun yazdıklarını her gün, her gün, her gün okuyorsunuz siz de!..

Yukarıdaki “her şey fukarası” şiir denen “şey” benim önüme gelseydi ben ne yapardım bilmiyorum.
Ve bunca yıl… Bunca yıl o adama illet olduğum halde… Şimdi, şu an… (İşte yazmanın, kağıda dökmenin iksir tesiri!..) Aslında “suçlu” aramadığımı anladım…
Hayret ki düğüm şimdi çözüldü, bunca sene sonra, yine kağıt-kalem ve sizle başbaşayken…
Evet, suçlu falan aramıyormuşum meğer… Meğer bunca yıldır, binlerce yazıdan sonra benim o “şiir”i hatırlamamı sağlayan (derin yıkılmışlık ve mahcubiyet, ama) asıl sebep; o küçük çocuğun yol seçişi, tutumu ve ısrarla yazmaya çalışması-sevdasıymış…
…Ki bugün de o hadise bir örnek (hem de iyi bir örnek) olarak konabildi önümüze!
İçimi iyi döktüm bugün değil mi?..
Ama bazı noktalar da anlaşıldı, biliyorum.
Bunların elbette konuşulmasında yarar var… Çünkü siz benim, ben de bazılarınızın zımparasıyız! Ve biribirimize de ihtiyacımız var… Bunca söz ve okumaktaki sabrınız da, elbette samimi sevgilerden kaynaklanıyor.
Yine bunca söz; yazıp mutlu olduğunuz, benim de okurken mutlu olduğum mektuplarınız için değildi elbette. Devam edin yazmaya…
Fakat başta bahsettiğim soruları sorup kendinizi kandırmaya çalışmayın… Yazık!

Şu an çalıştığım odada, bir ay önce bulduğum bir yavru su kaplumbağası var, adı Şalgam… (Adanalı bir dostumun hatırına.)
Şalgam çok komik bir hayvan. Kış geldi ya, uyuyor. Hem de bazen suyun üzerinde “sırtüstü” uyuyor. Kaç defa öldü zannettim…
Şalgam da biliyor, ben de biliyorum ki; ben onu öpsem de, o “güzel bir prensese” (keşke ama!) dönüşmeyecek!
Ayrıca güzel bir prenses (umarım) bana “bile” öptürse kendini herkes biliyor ki, “şalgam” haline gelmeyecek!..

Ben size yazar olabilirsiniz desem de; siz istemediğiniz sürece bu gerçekleşmeyecek… Ama belki de günün birinde; “sen yazmayı beceremiyorsun” diyeceğim biri hakikaten kalemiyle tanınacak…
Size ne kadar çok hatırlattım; “Hemen hemen her şeyin kendi elinizde olduğunu” değil mi?.. Acaba haklı mıyım?..
Düşünün bakalım.

Stop
Muammer Erkul
29 Ekim 1999 Cuma

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir