Ağustos 1999 ve 03.02’de kırılan saatler hakkında…

.

O günü anlatmak elbette mümkün değil, hem de bu kadar zaman geçmişken üzerinden.
Fakat büyük depremden on iki gün sonra Türkiye Gazetesi’ndeki Stop köşemde bir yazım yayımlanmış.
Tarih, 30 Ağustos 1999 Pazartesi..
Belki hatırlanır, tazelenir bazı şeyler.



A Takımı, Halid Abay ve klibi çekilen yazı…


(Kamera, arkasını göstermiyor!.. Ama öyle durumlar oluyor ki; projektörler, kamera arkasındakilere de tutulmak durumunda kalıyor…)

Halid Abay, gönlü güzel bir arkadaşımız. Halid Abay sizden biri…
Onu dün gece Savaş Abi’nin A Takımı’nda bütün dünya tanıdı. (Ama ben biraz daha tanımanızı ve onun isminin elinizde yazılı olarak da kalmasını istedim.)



TGRT’de haberler okunuyor. Görüntüde Özge Özsağman… Ve deprem anı!..
Aynı anda, depremin asıl vurduğu bölgelerdeki korku, endişe, panik ve acı Özge Özsağman’ın yüzünden de okunuyor.
Bu görüntüler Marmara depreminin ilk görüntüleri. Kameranın başında ise Halid Abay var. O an karar verme zamanı. Bu arkadaşımız omuzuna bir seyyar kamera yüklenip “uçuyor” deprem bölgesine ve ilk dış çekimleri de gerçekleştiriyor, yalnız başına… Kendi çekiyor, kendi konuşuyor kamera mikrofonuna.

 

Halid’le epey zamandır telefon irtibatımız vardı. Aynı bünyede olsak da bir türlü karşılaşamamıştık.
Depremin ardından yayınladığım; “03.02 idi kırıldığında saatler” isimli yazıdan dolayı da aradı beni, konuştuk… Bu yazıya bir klip çekmek istiyordu.
Cumartesi tekrar aradı ve klibin A Takımı’nda yayınlanacağını söyledi.
Ve o gece stüdyonun atmosferini değiştiren klibi seyrettik hep beraber…

Saatlerin kırıldığı, incecik vazoların kırıldığı… İki yârın yanyana duran resimlerinin son defa biribirlerine dokunup kırıldığı;
Kalbimin en “kırık” olduğunda kalemimden çıkan o yazıya, kendi kırık kalbiyle hazırlamıştı bu klibi Halid…
Müezzinlerin ezan okuyacak minare, kuşların konacak dam bulamadığı sabahın hatırasına… 

Depremde hayatını kaybedenlere yüce Mevla’dan rahmet dilerken, hepsinin ruhlarına üç İhlas bir Fatiha gönderilmesini tekrar hatırlatıyor…
Ve dün gece klibini seyretmiş olduğunuz yazımı tekrar yayınlıyorum:

…..

03.02 idi kırıldığında saatler


Yazmam gerekiyor…
Ama ne yazabilirim?..

 

İncecik bir vazo düştü yere…
Bir gül kırıldı orta yerinden!
İki minik çerçeve sarsıldı duvarda ve son kez dokundular biribirlerine…
Saat 03.02 idi kırıldığında saat!



Yazmam gerekiyor…
Ama ne yazabilirim?
Bebek kokan bir biberon düştü yere…
Sonra bir anne, süt kokan yavrusunun üstüne attı kendini…
Saat 03.02 idi kırıldığında saat!



Bir mektup kaldı… Yazılırken…
Orta yerinde.
Bir el kaldı sadece yıkıntıların üstünde.
Yazmam gerekiyor…
Ama ne yazabilirim?
Saat 03.02 idi saatler kırıldığında…
Ve çığlıklar karanlığın içindeki “daha siyah karanlıklara” gömüldüğünde.

 

Yazmam gerekiyor…
Ama ne yazabilirim?
Bildiğimiz mekânların çoğunda duruverdi zaman… Sabahın 03.02’sinde kırılıverdi saatler;
Ezan okuyacak minare bulamadı müezzinler… 
Ve kuşlar, konacak dam bulamadı!

 

Yazmam gerekiyor, biliyorum…
Ama, ne yazabilirim sizin bilmediğiniz?..
İşte yeni bir deprem…
İşte “yine” bir deprem.
Ama bu defa 03.02 idi kırıldığında saatler!..


 

….. 
Not: Bunca yıl sonra hala acıları taptaze nicelerinin.
On dört sene önceki "bu geceyi" hala, bütün tazeliğiyle hatırlıyor insanlar.
Ölenlere rahmetler diliyoruz ve tekrar böyle / benzeri acılar yaşamayalım dualarında buluşuoruz.
M. 

 

 

 

5 yorum

  1. Depremi yaşayan bir tanıdık anlatmıştı. Sarsıntı anında yataktan fırlayıp evden çıkarken, dolabın üstündeki dolu valizlerden rastgele bir ikisini de yanlarına almışlar. Dışarı çıkıp açtıklarında kışlık kıyafet olduğu anlaşılmış. Ama az önce yarı çıplak sokağa fırlamış olan oradaki pek çok insan bir anda o valizleri boşaltmışlar, kendileri tek parça giysi alamamış… O sıcakta kışlık kazaklar pantolonlar bir anda kapışılmış…
    Kimbilir belki de o insanlar daha az önce markasız kıyafet giymek istemiyorlardı… Belki de kıyafet bile giymek istemiyorlardı… Ama işte, insanlar bazen böyle büyük acılar yaşamadıkça uyanamayacakmışçasına derin uyuyorlar… Mevlam bizleri böylesi uyanışlara uğramadan uyanan kullarından eylesin…

    H. Seçkin

  2. Ben o gece Adapazarı’nda depremi yaşayıp yıkıntıların altından çıkanlardanım. Şimdi yazınızı okuduğumda bir anımı hatırladım. Hani “ezan okuyacak minare bulamadı müezzinler” demişsiniz ya…
    Bildiğim herkes komşularımızı, dostlarımızı enkaz altından çıkarmaya çalışıyorlardı. Büyük amcamız artık son döneminde olan bir kanser hastasıydı. Onunla ve ailenin küçükleriyle beraber bir zamanlar asfalt olan parça parça bir yol kenarında sabahın aydınlanışını ve hayatta kalanların gelecek haberlerini bekliyorduk, bir taraftan sürekli depremler olurken.
    Amcamız (ki rahmetli oldu sonradan) o gece sabah ışıklarına bakarak, herkese “hadi namazınızı kılın” diye uyarmış, ezan okuyacak minare bulamayan müezzinlerin vazifesine yapmıştı.
    S.N.O.

  3. Deprem olduğunda İstanbul’da bir askeri hastanede vazifeliydim.
    O gün öğleyin depremin verdiği hasar netleşince üst komutanlıktan emir geldi: “Durumu kritik olan hastalar haricinde tüm hastaları taburcu edin ve deprem bölgesinden gelecek yaralılara yer açın.” diye. Ayrıca, ikinci bir emre kadar personel mesaiyi terk etmesin diye talimat aldık.
    Akşam üzeri vazifeli olarak Helikopter ile Gölcük askeri hastanesine gittim. Bir anne getirdiler sedye ile yanında kızı ve bir oğlu vardı yaşları 16-17 civarında… Üstlerinde pijamalarından başka bir şeyleri yok…
    Anneyi sedye ile helikoptere aldık.
    “Çocuklar, sizler de gelin annenizin yanına” dediğimde O çocukların gözlerindeki ifadeyi görmeliydiniz…
    Helikopterin havalanmasına yakın babaları da geldi helikopterin yanına ve o hiç unutamadığım soruyu sordu:
    “Komutan, nereye götürüyorsunuz?..”
    Sahi biz havalandıktan sonra o Baba, eşini ve çocuklarını nerede arayacaktı…
    Ahmet Tufan Akıllı

  4. Geçmiş yıllarda, T.V.’da bir programda izlemiştim.
    Depremi yaşamış biri anlatıyordu, çok etkileyiciydi:
    Kocaman bir alana, depremde ölenlerin cesetlerini sıralamışlar. İçlerinde bu kişi de varmış. Öldü zannediliyormuş. Bir sağlık görevlisi; aralarında yaşayanlar olabilir ihtimaliyle cesetleri kontrol edip hayat belirtisi arıyormuş. Ve o adamın soluk aldığını farketmiş…

    Bizler; sadece, okuyanlar, dinleyenler olarak durumu ne derece algılayabiliriz, bilemiyorum.

    Zehra Öner

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir