Bal, arılar, lamba, fitil [24 Aralık 2003 Çarşamba]

(Bunca zaman geçti vefatının üstünden, ama dedem hiç susmuyor zihnimde; hep fısıldıyor, hep.
Bana, beni ve kendini hatırlatıyor; tekrarlayıp duruyor nasihatlerini…
Ve ben, dedemin hatırasında, bütün dedeleri seviyor, her birine birer fatiha gönderiyorum buradan. Hatta hepimiz, hep birlikte, hepimizin dedeleri için birer/biner fatiha gönderiyoruz yine, değil mi?)

…..

Tepemde uçuşan arılardan ödüm kopmuştu. Ellerimi salladıkça onlar daha fazla saldırıyordu sanki.
Kolumda "cozz" diye bir yanma hissettim o an, ve bastım feryadı…
Şimdi, yaş fışkıran gözlerimle önümü de göremiyordum…
Ensemdeydiler, kulağımın dibindeydiler, her yerimdeydiler; korkudan ölecek gibiyken aklıma geldi,,, ve; "deedeee" diye bağırdım, ki o an tosladığım dedemin göbeği hiç bu kadar sıcak, bu kadar yumuşak, ve bu kadar sevgili gelmemişti bana…

-Çünkü, dedi… Kabahat işlemişsin!..
-Ben yapmadım, ben yapmadım, diye itiraz ederken, bir yandan da kollarımı sallıyordum hâlâ…
-Şşşş, sakin ol, diyerek, sanki beni vücudunun ortasına gömdü. Sonra kızgın arıların biraz yükselmesini sağladı… Ardından;
-Gel bakalım, önce şu "günahını" yıkayalım, dedi…
Yıkayalım ama, bunun için önce tövbe etmen lazım.
Tövbe etmek; yaptığın yanlışı, bir daha yapmayacağına karar vermek demektir. İster sesli, istiyorsan içinden…

Ona ben söylememiştim. Beni kimse görmemişti. Dedem de görmemişti, ama görmüş gibi konuşuyordu sanki…
Pişmandım zaten. Böyle bir işi bir daha yapmamaya gerçekten karar vermiştim ve şimdi; "tövbeee, tövbe estağfirullah" diye bağırıyordum…

O sırada beni yere oturtmuş, üstümden gömleğimi çıkartmış, ve kendi abdest ibriğinden döktüğü suyla kolumu, omuzumu, ve sırtımın bir kısmını yıkamaya başlamıştı.
Suratım kıpkırmızıydı şimdi…
Çünkü her şey açıktaydı işte: Arılar, az öteye atılmış olan gömleğimdeki şerbete toplanmaya başlamışlardı… Zaten ıhlamur çiçeği, dut kurusu, ayva yaprağı, papatya ve bilemediğim daha pek çok şeyin şekerli suyla karışmasından meydana gelmiş olan bulamaç parçacıkları da gömleğimin üstündeydi!..

Kimse görmeden terasa/dama çıkmıştım. Orda arı kovanları vardı. Kurusun diye birçok ot, yaprak, çiçek, meyve filan da sermişlerdi güneşe… Ben, yerde yavaş yavaş yuvarlandıkça, işte onların altımda çıtır çıtır ezilmelerini dinlemek hoşuma gidiyordu.
O sıra bir şeyi devirdim, umursamadım. Ama bu, arılara yardım olsun diye konulmuş şerbet kabıydı!..
Az sonra yerde; kuru çiçek, kuru yaprak ve şerbet karışımı bir bulamaç oluşmuştu. Ben hâlâ, aynen bir yavru ayı gibi yuvarlanıp duruyordum!..
Ama sonunda arılar beni dedeme kadar kovalamıştı işte..

-Anladın mı, diye sordu dedem…
Arıların seninle hiçbir derdi yoktu. Onlar, başka bir şeyin, yani "günahının" peşindeydiler!..
Anlamış mıydım, bilmiyorum. Ama, az sonra iyice anlayacaktım…
…..
(Devamı çok güzel, ama yerimiz bitti. Yarın sonunu da okuyun, olur mu?)

Stop
Muammer Erkul
24 Aralık 2003 Çarşamba

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir