Edebiyatımızın devlerinden biri olan Abdülhak Şinasi Hisar’ın;
sebze ve meyvelerin mikroplu olduğuna inandığı için,
manav olan sokaklardan bile geçmediğini
ve Yahya Kemal’le neden kavgalı olduğunu yeni öğrendik…
Sermet Sami Uysal, "tanıdığı" Abdülhak Şinasi Hisar’ı büyükbir içtenlikle anlattı…
Basın İlan Kurumu ve ESKADER’in ortaklaşa olarak "Matbuat Dünyasından Sanatkâr Çehreler" başlığı altında her ayın son günü Basın Müzesi’nde başlattığı seri toplantıların ikincisi de yapıldı…
31 Mayıs 2013 Cuma günü ikincisi gerçekleşen toplantıda, Abdülhak Şinası Hisar konuşuldu.
Sermet Sami Uysal, Vefatının 50. yılında Abdülhak Şinasi’yi anlattı.
Basın İlan Kurumu ve ESKADER ortaklaşa olarak, Çemberlitaş Divanyolu’ndaki Basın Müzesi’nde "Matbuat Dünyasından Sanatkâr Çehreler" başlığı altında seri toplantılar düzenliyorlar.
31 Mayıs 2013 Cuma günü ikincisi gerçekleşen toplantıda; Sermet Sami Uysal, edebiyat dünyamızın "Hisar"ı Abdülhak Şinasi’yi anlattı ve takdimini de Nur Özmel Akın yaptı…
Böyle toplantıların özelliklerinden biri; kitaplara yazılmamış, röportajlarda söylenmemiş sürpriz ve ilginç bilgiler, notlar ortaya çıkabiliyor…
Misal olarak kim biliyordu ki Abdülhak Şinasi ile Yahya Kemal’in kavgalı olduklarını veya bu kavganın asıl sebebini… Kim bilebilir ki Hisar’ın bir zamanlar son derece takıntılı olduğunu ve bindiği takside elma kokusu olduğu için köprünün ortasında durdurup yağmur altında indiğini… Mikroplu olduklarına inandığı için evine sebze ve meyve sokmadığını hatta sokakta bir manava dükkanı görse yolun karşısına geçip hızlı hızlı yürüdüğünü…
Emin olun ki ilginç ve eğlenceli hatıralar dinledik Uysal’dan…
Şu anda çözüyoruz, ses kaydının deşifresini aşağıya koyduğumuzda okuduklarınız çok hoşunuza gidecek…
Mehmet Nuri Yardım kısa bir giriş yaptı…
Nur Özmel Akın’ın takdimi
Sermet Sami Uysal, kendi delikanlılık döneminin yaşı ilerlemiş edebiyatçılarından
Mehmet Nuri Yardım, Sermet Sami Uysal, Muammer Erkul
Toplantı sonrası ikram…
Basın Müzesi’nde Gazeteciler Cemiyeti bayrağı ve Muammer Erkul
.
………………….
31 Mayıs 2013 tarihinde
Basın Müzesi’nde gerçekleşen
toplantıdaki konuşmaların
ses olarak kaydedilen kayıtları:
ÇÖZÜLMÜŞ KAYIT:
Mehmet Nuri Yardım’ın, geçtiğimiz ay bulduğu mezar taşı hakkında yaptığı giriş konuşması:
…Halen şaşırmış vaziyetteyim, basınımız bu konuya hiç ilgi göstermedi. Yani Abdülhak Şinasi Hisar’ın mezarının o durumda olması demek ki bizim basınımızın ilgisini çekmiyor haber değeri taşımıyor kültür sanat sayfalarında bile iki sayfa olarak yer almadı. Bu da bir hicran yaramızdır doğrusu. Ama şükürler olsun ki Semih Sami Uysal gibi değerli hocalarımız böyle büyük edebiyatçıları unutturmuyor, haklarında eserler yazıyorlar. Tekrar hoş geldiniz diyorum. Sizi konuşmacılarımızla baş başa bırakıyorum. Hoş geldiniz tekrar…
Nur Özmel Akın:
Abülhak Şinasi Hisar’ın vefatının 50. yıldönümü vesilesiyle toplanmış bulunuyoruz. Bugün bu değerli yazarımızı çok değerli bir konuktan, Sayın Uysal’dan dinleyeceğiz. Sayın Uysal, Abdülhak Şinasi ile dostluk etme şerefine nail olmuş bir sima ve bugün zorluklarla geldi. Biz de onun sayesinde onların dostluğunun esintilerini yaşayacağız. Ben kısaca onun hayatına değinmek istiyorum. 1888 yılında doğmuş. Galatasaray Lisesi’nde okudu, daha sonra Paris’te siyasal bilimler okurken bir çok Fransız yazarla tanıştı. Bu sırada Yahya Kemal’le dostluk kurdu. Sonra İstanbul’a döndükten sonra yabancı şirketlerle çalıştı. Ve 1948’den itibaren yalnızca edebiyatla uğraştı. Dergâh ve yarın dergilerinde yazılar, şiirler yayımladı. İleri ve Medeniyet gazetelerinde yazdı. Ve bu dönemlerde daha çok şair eleştirmen olarak tanındı. Mensur şiir ve hatıra türlerinde daha çok eserler vermişlerdir. Onun eserlerine baktığımız zaman hatırat boyutunun daha fazla olduğunu görürüz. Genellikle çocukluk ve gençlik yıllarına, özlenen imparatorluğun üst tabakalarından kişiler,…….. eski İstanbul konuları eserlerinin konularıdır.
Ve roman kişilerinin, uzun ayrıntılı tasvirlerini yaptığı eserlerinden birkaç örnek vereyim, çok fazla eseri var. “Fahim Bey ve……”, “Boğaziçi Mehtapları”, “Geçmiş Zaman Köşkleri”…. Anlatılacak çok şey var ama bize zaten konuğumuz anlatacak. İzninizle ben biraz da konuğumuzdan bahsetmek istiyorum. Servet Sami Uysal 29 Ekim 1925’te Çorum’da doğmuş, hocam eğer bir hata yapıyorsam düzeltelim çünkü bunları dış kaynaklardan aldım.
-Doğum tarihimi söylemek mecburiyetinde değilsiniz. 🙂
Özür diliyorum, 29 Ekim’e odaklanmış olmam lazım. Fransız filolojisinde okumuş, filoloji bölümünü birincilikle bitirmiş. Paris Üniversitesi …….nden mezun olmuş, ….da doktora yapmış sayın konuğumuz, Galatasaray Lisesi’nde müdür muavinliği ve edebiyat öğretmenliği, Brüksel ve Paris üniversitelerinde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlikleri yapmış. Ve eserleri var, 1961de yayımlanan, kendisinin Abdülhak Şinasi Hisar ile ilgili eserini inceliyordum birkaç gündür. Orda şöyle satırlar dikkatimi çekti. Belki bugün hocamın buraya gelmesiyle de ilgili olacak. “İnsanlar gibi şehirler de değişiyor. Hatıralarımız …. Görüp te tanımyamıyor. Hatıralarımın sarayları şimdi gördüğüm mahallelere sığamıyor. Kubbeleri hala eski velvelelerle dolup taşıyor. Ve etrafımdaki şehir artık bana yabancılaşmış gibi görünüyor.” Ve sözü aşk imiş her ne vanr alimde diyerek ben hemen konuğumuza bırakmak istiyorum buyurun.
-Ben sözlerime başlarken elimde olmayan sebeplerden hayatımda ilk defa bir randevuma geciktim. Faşist ruhlu … polisin, taksimde meydanda gösteri yapan iki genci kovalarken yemek yemekte olduğum restoranın kapalı bölümüne girmesi üzerine hıncını alamayan iki polis açık havada park kısmında yemek yediğimiz bir restorana, oturanların gözlerinin içine biber gazı sıkarak vahşetini göstertti. Ayrıca da bizi bir bölüme aldılar orda bir saate yakın mahsur kaldık. Eksik olmasın, arkadaşım geldiğinde onun da gözünden yaşlar akıyordu çünkü havaya dağılmış olan gaz hepimizi aynı derecede etkilemişti. Şu anda sesimin böyle çatallı oluşu, hatta sizleri biraz bulanık görüşüm o gazın etkisinden dolayı. Bunun için tekrar özür diliyorum. Faşizan ruhlu iki polisin yüzünden oldu.
Bu arada Mehmet Nuri Bey, bir yarama bastı. Onunla başlamak istiyorum. Abdülhak Şinasi Hisar’ın geçmişi özetlendi ve doğru özetlendi. Ayazpaşa’da biber gazı yediğimiz saatler, Nimet Apartmanı’nda oturuyordu. Orayı yeni alan mal sahibi hepimizin tanıdığı ünlü milyarderlerden biri… Çıkarmak istedi, uzun yıllar; Ankara’dan gelince oraya yerleşip Nimet apartmanıydı adı. Çok müteessir oldu çünkü o şartlarda, çok güzel deniz manzarası olan bir giriş katı bulmak mümkün değildi. Bu yüzden de uzun müddet ev aradık. Hatta başımıza trajik komik olaylar da geldi. Bu arada yeni mal sahibine nihayet Cihangir’de Rüya apartmanına taşındıktan sonra, bina yeni yapıldıktan sonra, hiç olmazsa bir plaket koyun dedik. Bu binada Abdülhak Şinasi Hisar oturmuştur diye. Düşünürüz diye cevap verdiler. İsteyen yalnız ben değildim, dönemin sağlık bakanı Nihat Reşat Bel de vardı. En yakın dostu olan. Sevindik herhalde konacak diye. …. Üniversitede inerken karşı köşede Deniz apartmanı oldu. Çok katlı bir apartman oldu. Baktım gittim bizim Abdülhak Şinasi Hisar’ın oturduğu giriş katı; Kuru Temizlemeci Cevat olmuştu. Dün uzun müddet önünden geçmedim bir daha. Dün tekrar geçtim, kebap dükkanı olmuştu ve plaket yoktu. Kadir bilirliğimiz bizim bu kadar oluyor. Onun için de mezarın harap durumda oluşuna hiç şaşmadım. Buna mukabil Avrupa’nın belli başlı bütün büyük şehirlerine, sanatçıya öldükten sonra da büyük saygı gösterilir. Mesela Viyana’da en lüks cadde sayılan …. Straseye saparken. – sesimi tanıyamıyorum kusura bakmayın, gazın tesiri devam ediyor-. Ünlü müzisyenlerin oturduğu sırayla evler var. Orda yalnız doğum-ölüm tarihleri değil, özgeçmişleri de yazılı olduğu için hem de 3 dilde okuduğumuz zaman bilmediğimiz şeyleri yahut okuyup da unutmuş olduğumuz taraflarını da öğrenmiş olup o binaya daha yakınlık duyarız. Paris’e gidenler iyi bilir Notredame’ın arkasında orta çağdan kalma dar sokaklardaki evlerde çok sık plaketler vardır hangi yazar oturduysa onun adı, özgeçmişi, verdiği eserler… Bu edebiyatçı, müzisyen, sahne sanatçısı olabilir. Keşke batının bu iyi taraflarını alsak da kötü taraflarını onlara bıraksak herhalde çok iyi yapmış oluruz. Sıcağı sıcağına bu konuya temas etmek istedim, cesaretle söyleyebilirim ki ölümüne o apartmandan koparılıp Cihangir’de çok küçücük odaları olan Rüya apartmanına taşınışı yol açmıştır. Nevraz seni gittikçe artmıştı. Bir odadan öbürüne Ayazpaşa’daki apartmanda geçerken çok yüksek tavanlı geniş pencereli eski zaman binası idi. Aslında o binanın yıkılmaması gerekirdi, anıtlar müsaade etmeyecekti fakat kapitalist yönetimlerde önce para geliyor o yüzden binayı yıktırdılar. Orda azizim bir odadan öbürüne geçemiyordun çünkü çok geniş iki yazı masası vardı, elden çıkarmak istemiyordu. Belirli yaşa gelince ayıplamadım da yadırgardım, “Üstad birini kullanıyorsun ikisinden birini elden çıkarsanız siz de rahatlarsınız, geçişiniz de rahatlar.” Çünkü çok kiloluydu, bir odadan öbürüne geçerken masanın köşelerinden geçmesi zor oluyordu. “Azizim benim yaşıma geldiğinde…”-tabi ben o zamanlar 30’lu yaşlardaydım o 70’i geçmişti. Ayıplamak yoktu bende, yadırgardım onun bu sözünü. Fakat şimdi onun yaşını fersah fersah geçince hayretle görüyorum ki insan evindeki eşyayla bütünleşiyor, onları kolay kolay elden çıkarmak istemiyor. Abdullah Şinasi’nin elden çıkarmamakta ne kadar haklı olduğunu şimdi içim sızlayarak daha iyi anlıyorum. Abdullah Şinasi, varlık içinde varlık çekmişti aynı zamanda. Çünkü Yalova’da termal otel karşısında çok geniş bir arazisi vardı. Sağlık bakanıyken aziz dostu Nihat Reşat Bel… orayı elektrik …… değerlendirmiştir fakat …. Yapılamıyordu. Yanlış kelime kullandım. Özür dilerim. Biz Türkçede…. Atıyoruz Fransızcada yoktur bu kelime. ….dır. karşılığı. Parsellenmemişti diyelim. Onun için de uzun müddet uğraştı. Hatta Vehbi Koç’a kadar o zaman teşrif edildi. Vehbi Koç bu araziyi alacak kadar param yok dedi. Ben Abdülhak Şinasi’in başkalarından duyamayacağınız taraflarını özellikle nakletmeye çalışacağım ve bu geç geldiğim toplantıda tasarladığım bir şey de Abdülhak Şinasi çağrışımları ve karşılıkları karşılaştırmalar gibi bir plan tasarladım. Kısa, renkli, aşağı yukarı anlattıklarımın yarısını duymamış olacaksınız. Hatta şimdiye kadar hiç kimsenin yazmadığı bir Yahya Kemal’le niçin darıldıkları konusuna da ilk defa değineceğim. Yalnız bana bu konuşma teklif edildiği andan itibaren o kadar anı kafama hücum etti ki onları bir süzgeçten geçirmeye kalktım. Benim için hepsi ayrı ayrı kıymetli. Çünkü Abdülhak Şinasi benim tanıdığım. İnsanların hepsini tanırım ama benim şansım çalıştığım gazeteden …..ince yazı işleri müdürü Reşat Nuri bey başta olmak üzere bütün yazarlara çok genç yaşlarda röportaj yapmamı istemişti ve cazip olması için de işlerine göre başlık seçmemizi istemişti. O yüzden de o dönemin bütün sanatçılarında genç, orta yaşlı, Abdülhak Şinasi’de gördüğüm süzülmüş İstanbul inceliğini görmedim. O nezaketi görmedim. Konuşurken sözlerinde ağzından çıkan kelimelerde o ahengi bulamadım. Hatta Abdülhak Şinasi Hisar için; hiçbir zaman “sen” kelimesini kullanmamıştır diye duymuştum. Çok samimi olunca Paris anılarını anlatıyordu. Yezidlik edip “Paris’in hangi kısmında oturuyordunuz?” Sen nehri geçiyor. Sol kıyı sağ kıyı. Sağ kıyı öğrencilerin oturduğu kıyı, orda oturuyor. Sen’in sağ tarafında demesi gerekiyor, azizim Paris’i ortadan ikiye bölen nehir var ya onun sağ tarafında diyor. Ve ben aynı soruyu sordum, bıkmadan usanmadan bu cümleyi kullandı. O zaman anladım ki Abdülhak Şinasi gerçekten içinden gelerek çok nazik bir insan. Birinci özelliği o. İkinci özelliği ise tanışmadan evvel çok titiz olduğunu duymuştum hatta Süleyman Nazif ile …………………., Süleyman Nazif çağırıyor; “Bak evladım” diyor. “Yanımda oturan arkadaş o kadar titiz o kadar titizdir ki çaydanlığı iyice sıcak sabunlu suyla yıkayacaksın. Demliği de öyle yıkayacaksın. Çayı koyacaksın, çayı da yıkayacaksın.” Çocuğun gözleri açılıyordu. “Ondan sonra” diyor “bitmedi. Suyu da yıkayarak dolduracaksın.” Rivayet edilir çocuk hemen koşuyor mutfağa ……………….
Taha Toros’a göre bir yazısında okumuştum cebinde küçük kolonya şişesi taşırmış, kimsenin elini kolay kolay sıkmazmış. Mış mışlı anlatıyorum ben, tanıdıktan sonra bu adetleri bitmişti. Elini sıktığı zaman, elini hemen sağ elini pantolon cebindeki küçük kolonya şişesine götürüyor, kapağını açıyor, eline döküyor elini iyice dezenfekte ediyor, kapağı kapatıyor, elini öyle çıkarıyormuş dışarı. Çok şahsına münhasır birisiydi bugünkü dile çevrilince çok kendine has özellikleri olan bir insandı. Mesela evinde sebze ve meyve bulunmazdı. Salatanın mikrop saçtığına inanırdı. Bu sabah notlarıma göz atarken gözüme ilişti. Bir taksiye biniyor, taksi elma kokuyordu. Hemen şoföre “Durdur azizim” diyor. Şoför şaşırıyor, “Efendim Cağaloğlu’na gidecektiniz” “Hayır köprüde durdur” diyor. Yağmur var. “İneceğim” diyor. “Niçin?” diyor “Elma kokuyor araban, hasta olacağım kokudan.” Beraber yürürken bir arabanın önüne yolunuz düşerse yolunu değiştirip karşı kaldırıma geçer, hızlı hızlı yürürdü o kokuyu almayayım diye. Yemeklerde de elinde çiğ hiçbir şey bulunmaz. Sebzenin pişince de mikrobunun gitmediğine inandığından sebzeleri de sofrasında hiç bulundurmazdı. Tatlı ihtiyacını ise …dan …den gelen pastalarla karsılardı. Bu da onun aşırı şişmanlamasına yol açardı. Çok fazla anı hücum etti hafızama bunlardan hiçbirini ……………….. demin söylediği gibi Abdülhak Şinasi 1888 doğumludur diye söylediniz. Benim kitapta 1887 yazıyor. Benim kitap derken hemen ona açıklık getireyim ses sanatçıları, özellikle popçular veya yeni çıkan yazarlar kanal kanal dolaşıp kitaplarının reklamlarını yaparlar. Benim öyle bir çabam yok çünkü benim Abdülhak Şinasi hakkında hazırladığım kitap 1961de basılmış üstelik de Abdülhak Şinasi’nin parasıyla basılmış piyasada mevcudu olmayan bir kitap. Kitabım kitabım diye bahsettikçe sakın reklamını yaptığımı falan sanmayın. Bilhassa rica ediyorum.
kadın: Estağfirullah hocam ben o kitabı kütüphaneden zorluklarla buldum, bahsettiğiniz kitabı.
adam: onun da hazin bir hikayesi varsa hemen söyleyeyim. Şu salona bakıyorum, resmi var mı diye. Tipini de canlandırmış olursunuz nasıl tanıştığımı anlatırsam. Notlarıma baktım da yıllar ne çabuk geçiyor. 1958 eskiden yazarlar derneği edebiyat günleri tertiplerdi belli başlı, gelen bütün yazarlar kitaplarını da bir standa koyar okuyucularla imzalarlardı. Bir gün Galatasaray Lisesi’ndeki son dersimden sonra makam odama çekildim. Destelere bakarken baktım imza günü yazıyor. Nerde dedim biliyor musunuz. Geçen hafta hain bir kepçenin yıktığı bir ucunda emek sineması bulunan Serpil Doyran binası. Başta Abdülhak Şinasi’nin adı var. Abdülhak Şinasi derken hep aklıma geliyor adını babası korken edebiyata çok düşkün, Paris’te iki yol eğitim görmüş döndüğünde kadın hakları savunan kadın gazetesi çıkarıyor o dönemde. Abdülhak Şinasi de biraz zararlı buluyor fikirlerini. Beyrut’a sürüyor, hatta kitapta yazdığım için, annesiyle babasının ayrılışına bu sürgün sebebiyet veriyor çünkü annesi yalıyı bırakıp Beyrut’a gitmek istemiyor. Baba da bir türlü İstanbul’a dönemiyor sadece Abdülhak Şinasi 3-4 yasındayken annesiyle gidiyor. Kısa bir süre sonra dönerken Abdülhak Şinasi’ye bir Fransız dadı getiriyorlar. Oradan o kadar, bir daha da yüz yüze gelmiyor babasıyla annesi. Abdülhak Şinasi’nin eserlerinde de var; “Ara sıra babamı görmeye gidiyorum” diyor. Benim o cümle dikkatimi çektiği için “Niçin ara sıra gidiyordunuz” dediğimde bir istasyonda karşılaşıyorlar. İtalyan restoranı var çiçek pasajının girişi nezih bir yer. Annemle babam ayrılmıştı ben Galatasaray Lisesi’ndeydim o sırada diyor. Babası benim de söylediğim gibi gayet dönemine göre çağın üstünde yaşayan bir insan. Oğlunun adı olan Abdülhak adını Abdülhak Hamit’ten, Şinasi adını da tanzimatın ünlü şairi Şinasi’den alır ikisini birleştirip koyar. Evet, gözünü yalıda açıyor, çocutluğu Fransız mürebbiyelerle geçiyor. Mekteb-i Sultanî’de okuyor fakat son sınıftayken işte bunu bana kendisi anlatmadı. Ölümünden hayli zaman sonra en yakın arkadaşı olan Salih Keramet’ten duydum. Salih Keramet te biliyorum sanarak “Hani Abdülhak Şinasi Paris’e kaçmıştı ya…” dedi. Ben hayretle “kaçtığını bilmiyorum” dedim. Salih ile yalı komşuları. …. O yalı da tamamen yanıyor Rumeli Hisarı’ndaki yalı. Çok debdebeli bir hayat derken yalı halatı bitiyor. Abdülhak Şinasi Paris’e Jön Türklük hayaliyle ailesine haber vermeden kaçıyor üstelik de en yakın arkadaşı olduğu için de Salih Keramet’i zaptiyeler tevfiv ediliyor, sen biliyorsun haber ver şu an nerde. Hâlbuki Salih Keramet de Paris’e kaçtığını bilmiyor bilse tabi söyleyecek. Ailesi de gelip soruyor Salih’e, bilmiyorum diyor. Neden sonra mektup yazarak ailesine bildiriyor. Yahya Kemal kaçıyor 1903’te, siyasal bilgiler okuluna gidiyor. Abdülhak Şinasi kaçıyor siyasal bilgiler okuluna giriyor ilki de ikincisi de tesadüf değil. Bana ikisi de söylenmedi, neden sonra araştırmalar sonunda buldum sebebini. Bildiğiniz gibi Yahya Kemal 1903’te Üsküp’ten İstanbul’a geliyor. 1904’te Paris’e resmen firar ediyor, 1905’te de okula giriyor. Ekolin … politik Fransızcası. Ordaki …. Serbest anlamına geliyor. Esas anlamı laik anlamına, serbest düşünceli her türlü fikirlerin konuşulduğu, görüşüldüğü okul anlamına. Bu okulun özelliği ilk defa duymuş olacaksınız sanırım, o zaman o ayardaki okullar bedava, bu okul paralı. Niye Yahya Kemal gelir gelmez bu okula giriyor, Abdülhak Şinasi bu okula giriyor sebebi de Yahya Kemal’in lise diploması yok. Bu okul lise diploması, ortaokul diploması gerektirmiyor. Abdülhak Şinasi Galatasaray Lisesi son sınıfta firar ettiği için onun da diploması yok. Onun için bu okula giriyor. Fakat bu okulun bir özelliği var 1880’de Prusya orduları Fransa’yı tepeleyip de bütün aydınların moralini sıfıra indirdiğinde Fransa manevi bir çöküntüye uğradı. Bütün aydınlar Fransa bitti mahvoldu diyor bir kişi, …. Profesörlerinden, “Hayır” diyor. “Moral aşılayacağım” diyor. Ve tutuyor, bu okulu kuruyor. Bu okulda Fransa niye Almanların, Prusya’nın çizmesi altında ezildi, o kadar hatlarımız vardı bunları aştı Prusyalılar, bu başta olmak üzere her branşta serbest düşünceyi getireceğiz diyor. Okulun kuruluş amacı bu. O kadar rağbet görüyor ki epey pahalı bir okul olmasına rağmen ben iki isim söyleyeceğim hayret edeceksiniz, mezun olanlardan listesi aşağı yukarı 2 sayfa tutuyor ünlülerin. Biri edebiyatçı, biri siyasetçi edebiyatçı olan çağdaş Fransız edebiyatının romanını kuran Marcel Proust. Bu okuldaki hocalardan ders alıyor ve Fransa’nın en ünlü yazarı oluyor. İkincisi ise eşinden dolayı, eşinden nefret ettiğimizden dolayı Türkler’in yakından tanıdığı cumhurbaşkanı oluyor Miteran. Eşi maalesef Türkler hakkında o kadar olumsuz faaliyetlerde bulunuyor ki Paris’te sonunda Allah ayağına bir gün dolaştırdı, nasıl intikam alabiliriz. Miteran vefat ettiğinde Paris’teydim cenazesine gittim, sevmediğim adamın cenazesine niye gidiyorsun. Sevmediğim karısıydı. Çünkü o cenazede Miterrand’ın gayrimeşru kızı o güne kadar … sarayına sokulmayan karısı yüzünden hepimizin çok sevdiği Mazelen de gelecekti, dünyanın en güzel kızlarından biri. 20li yaşlarında ve geldi. Kimse madam mitelzın yüzüne bakmadı hepimiz baş sağlığını sevgilisinden olan kızına diledik ve kadın tek başına orda bilmem ne gibi kaldı, hepimiz içimizden oh çektik Fransızlar dahil. Miterrand’ın özelliği Fransız ekonomisini düze çıkaran insan işte ondan evvel benim Fransa’da bulunduğum yıllar dolarla alışveriş yaparsanız mağazalar size bir şarap veya bir küçük şampanya ikram ederlerdi. Dolarla alışveriş ettiğiniz için. Mitterand’ın cumhurbaşkanlığı sırasında, “Hayır frank getirin” derlerdi, böylesine düze çıkarmıştır Fransız ekonomisini. Şimdi de bizi sevmeyen bir Sarkozy gelerek Fransız ekonomisini yeniden dar boğaza soktu. Neyse şimdi gelen Türklere karşı daha. Holland deniyor Fransa’da h sesi yoktur; yazılır, okunmaz. Onun için de Türkçe’de bir deterjan markası omo Fransızcada müstehcen sanılan bir sözcüğü ima eder.
kadın: Marcel Proust’un da aynı okuldan mezun olduğunu söylediniz. Abdülhak Şinasi’nin ondan etkilenmesinin ortak…
Şimdi ona geleceğim, Türk edebiyatının gördüğü edebiyat hocası olarak hem Türk edebiyatını hem Fransız edebiyatını gençliğinde okumuş bir hoca olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, -üstelik bir yıl boyunca bizim Paris’te bir hocamız Marcel Proust aşığı idi bir sene boyunca Marcel Proust okuttu bize- zaten seviyordum daha çok sevdim daha çok anladım. Abdülhak Şinasi ile Marcel Proust’un benzer yönü, uzun cümleler ve yan cümlelerle fikirlerini daha zenginleştirip, mesela Marcel Proust’ta bazen bir – bir buçuk safa süren cümleler vardır. Okuyucuyu biraz yorar. Abdülhak Şinasi’de de cümleler biraz uzundur fakat ikisinin arasındaki fark Marcel, Fransa’da herkesin bildiği kelimelerle yazar, Abdülhak Şinasi ise kendine özel sözcük dağarcığı oluşturmuş, onlarla yazar. İkinci en büyük fark Yahya Kemal ile ilgili sonra söyleyeceğim. Abdülhak Şinasi geçmiş zaman peşindedir. Tıpkı Yahya Kemal gibi. Marcel Proust eserleri geçmiş zaman peşinde. İkisinin de geçmiş zamanı ele alıp işleyişleri Abdülhak Şinasi’nin Marcel Proust’un etkisi altında kaldığı zannına kaptırır bazı edebiyat eleştirmenlerini. Eğer derinden ikisini de tetkik ederlerse uzaktan yakından, uzun cümleler dışında benzerlik yoktur. Çünkü Abdülhak Şinasi Hisar bir geçmiş zaman medeniyetinin, boğaz içi medeniyetinin yazarıdır. Öbürü sadece anılarını yazar. “Teyzemi hatırlar mısınız şu tarihte şurada doğdu” falan diye devam eder. “Boğaziçi Mehtapları”nda biz Boğaziçi alemlerinin nasıl yapıldığını hayranlıkla öğrenir, Boğaziçi sularının rengini görür, kokusun hissederiz. Mehtapta parlaklığından gözlerimiz kamaşır Marcel’de bu yoktur. Hatta matmazel peirutton stilistlik dersinde bize o yan cümleleri çıkarıp bir cümle basit cümle kalıncaya kadar soyardı Marcel Proust’u. Marcel Proust: “Teyzemin küçük kızı gitti kapıyı açtı” mesela bu kadar. Ama bu onda bir buçuk sayfa sürüyor, tavsir tasvir. Yahya Kemal’de aynı mazi hasreti mevcuttur. Yahya Kemal’in şiir dilindeki özellikler Yahya Kemali Yahya Kemal yapmıştır. Onun da üç tane tezini hatırlıyorum şiir diliyle ilgili biri Fransızcadır, kendine has bir dili vardır. Hatta Abdülhak Şinasi beyi çağrıştırdıkları diye aklımda tasarlamıştım. Aklıma gelen bir tanesini söyleyeyim. Yahya Kemal’le bir sohbetimizde Endülüs’te Rakstan bahsederken dedim ki “Ben İspanya’da dansözlerin gülünü göğsünde değil kulaklarının arkasında gördüm. Tabi, dedi, “Ben de İspanya’da elçiyken öyle gördüm.” “Göğsünde demiştiniz ama” dedim. A, dedi “Kulak o şiirde çok çirkindi.” Benim aklıma hiç gelmemişti o. Ama dedi “Göğüs akla güzel şeyler getirir” dedi. İkinci şey, bu konuda Yahya Kemal’in söylemediği, “Git, bu mevsimde grup vakti Cihangir’den bak” diye başlar. Git emirdir, hatta biraz da sert bir emirdir gene bir eşref saati. Tabi onun şiirleri hakkında soru sormak, tenkit etmek hiç kimsenin haddi değil onun bir eşref saatini bekleyeceksiniz. O eşref saatini yakalarsınız sorarsınız, öyle bir saatiydi herhalde. Biraz da edebiyat hocalarımın, arkadaşlarımın sonra da üniversite hocalarımın; mesela Allah rahmet elesin Mehmet Kaplan: “Sermetciğim şunu şunu şunu sorar mısın gittiğin zaman?” derdi. Bu gel git mevzusu da onun hatırlattığı bir soruydu. Birden şöyle irkildi, A, dedi “Düşünmez olur muyum, tabi düşündüm. Gel bir davettir git koyu bir emirdir. Gel deseydim bütün rakiplerim ne diyecekti bana?” dedi. Birden jeton düştü, gel bu akşam da ser be ser güzelim. Cenap Şehabettin. “Onun etkisinde kaldığımı söyleyecekti.” Yahya Kemal şiirine bu kadar önem veren, bu kadar dikkat eden bir yazardı. Abdülhak Şinasi de yazarken aynı dikkati nesirde kullanıyordu. Evindeki toplantılarımızda ben 30 yaşına girmemiş bir edebiyat hocası, gelenler 70-80in üzerinde ünlü kişiler. Bu kişiler arasında aşağı yukarı hiçbiri hayatta değil. En yaşlı olup da dinç kalanına ihtiyar delikanlı derdik zaten kendisine, sağlık bakanı Nihat Reşat Bel Yahya Kemali de Abdülhak Şinasi’yi de ayrı ayrı son derece çok severdi. Yahya Kemal’in yaptığı kaprislere bazen dayanmak mümkün olmayabiliyordu. Nitekim benim programım Yahya Kemal’de vardı lisedeyken. Boş saatlerimi biliyordu, ertesi gün sabahleyin bekliyordu beni. Konuştuğumuzda hava günlük güneşlikti, ertesi gün tipi fırtına göz gözü görmüyor. Bereket park otelin hemen yanında, şimdi sol tarafında oturuyorum o zaman sağ tarafında oturuyordum. Siyasi bir amacı yok orda ev bulmuştum. Çıkıp hemen girebildim. Konuşmaya başladım, saate bakıyorum boyu boyuna. “Allah Allah gecikti Allah Allah gecikti.” “Birisini mi bekliyordunuz üstadım” dedim tabi dedi. “Senin de Çok sevdiğin Nihat Reşat’ı bekliyordum” dedi. Bir romanında hiç kendisini görmeden resimlerinden çok fotoğraf çıkıyordu gazetelerde o dönemde, tipini romanlarda yaşattığım insandı. Öğrenince duymuş, zaten sana benzeyen bir tip var diye göstermişler tanıştığımızda muazzam yaş farkına rağmen iyi bir ilişki olmuştu. Geldi yarım saat sonra. Kardan adama dönmüştü elinde bir poşet poşetin üstü karla kaplı, Yahya Kemal’e getirdiği ilaçları. İlk sözü “Azizim bir insan bu kadar bekletilmez ki.” Nihat Reşat kardan adama döndüğü halde onu bir çocuk gibi hoş tutuyordu. “Azizim Yahla Kemal” dedi, “Bak, pencereden kız kulesini görmüyoruz” dedi. Şöyle baktı “Olabilir” dedi. Buna rağmen ben ilaç bekliyorum mühim olan benim sağlığım anlamında. O zaman anladım ki hangi ülkede olursa olsun her büyük adam biraz egoist oluyor. Çağrışım yaptı, Paris’te ….. en büyük yazar seçildiği yıl üç piyesi birden oynuyor. Tesadüfen ben sokak röportajında sorulmuştu beğendiğiniz iki oyunu 20. yy da Fransız edebiyatında iki oyun seyrettim. Biri “Kral Ölüyor” diğeri “Ölü Kraliçe”. Ve on yıl tuhaf bir tesadüf sonucu ikisi de Fransa’nın gelmiş geçmiş en iyi iki oyunu seçildi. … onun için hep derdi sen öngörüsü çok iyi olan bir insansın. Yeni bir eser çıkınca gönder ne düşünüyorsun diye sorarız. O kırk yılda bir tuttu her zaman tutmaz derdim takılırdık. Monterdam yılın edebiyatçısı seçildiği yıl üç piyesi oynuyordu. Ziyaretine gittiğimde gayet sinirliydi “Ne oldu” dedim. Radyoda, dedi “Benim piyeslerimin adları soruldu. Bir lise öğrencisi üç eserimi art arda sayamadı. Ben Fransa’ya vücudumla kafamla hizmet ettim. Ben İtalya’ya İspanya’ya hizmet etseydim heykellerim dikilirdi” dedi. “Üstadım evvelsi gün cumhurbaşkanınız general …. Telefon edip hatırınızı sordu. Telefonla soğuk algınlığını sorduğu tek kimse sizsiniz” dedim. “Efendim telefonla sordu altı üstü.” Demek ki ziyaretini bekliyormuş. O zaman anladım ki büyük adamları tatmin etmek mümkün değil. Nitekim Abdülhak Şinasi söylemezdi bunları. Yahya Kemal biliyorsunuz İspanya elçisi oldu, buranın elçisi oldu. Ölümünden sonra Atatürk’ün, Pakistan büyükelçisi oldu. Bu elçilikler verildi. Böle mi olmalıydı dediği günler olmuştur kimi zaman. Oysa İspanya elçiliği. Özellikle Atatürk Polonya elçiliğine çok önem veriyordu Yahya Kemal’den önceki arkadaşı da çok kıymetli elçiydi, yakınıydı Atatürk’ün. Buna rağmen tatmin etmek mümkün olmuyordu. Abdülhak Şinasi ise bildiğiniz gibi öyle çok büyük görevlerde bulunmadı iyi bir yalıda doğmasına, Galatasaray Lisesinde okumasına, Paris’te siyasal bilgiler okulunda okumasına rağmen, geldiğinde Ankara’da balkan biriminde yabancı şirkette mütercimlik daha sonra da bir sigorta şirketinde üyelik gibi görevlerde bulunup hatta yazı hayatına hayli yaşlı bir döneminde başlamış olmasına rağmen… Fakat daha ilk romanı son derece yankı uyandırmış “Rahim Bey” ve ondan sonra hep maziyi dile getirmiştir Abdülhak Şinasi Hisar, hepsi ayrı ayrı defalarca basılmış çok beğenilmiş çünkü Türk edebiyatında üslubu bu kadar güzel bu kadar kuvvetli bu kadar değişik başka bir sanatçı gelmemiştir. Hatta bir kişi taklit etmiştir Abdülhak Şinasi döneminde Ruşen Eşref …. “Boğaziçi Yakından” adlı eserinde. Fakat çok fazla öztürkçe kelime kullanınca Abdülhak Şinasi’nin bütün o büyüsü kayboluyor günümüzde de bir iki yazar ona benzemeye çalışıyor fakat aslını yaşatmış oluyor onlar hiçbir zaman Abdülhak Şinasi’nin seviyesine gelemiyorlar. Son olarak size doğum tarihi için. Çok enteresan, Abdülhak Şinasi’nin vefat tarihi 1963 yani 20. Yy’ın ikinci yarısında vefat etmiştir. Doğum tarihi için bana verdiği notlarda 1887 yazılı. Fakat arkadaşımızın adını zikrettiği araştırmacının bulduğu belgede 88 yazılı. Kendisiyle görüştüm. Ben size şeyi çıkarttım 3-4 kaynakta neler yazılı olduğunu. Behçet Necatigil’in edebiyatımızda isimler sözlüğü. 1883 diyor. Şimdi 12. baskı 1985’te. Yani benim kitabım çıktıktan sonra. Hiç olmazsa bu baskıda düzeltilmeliydi. Benim kitabım benim kitabım derken Abdülhak Şinasi’nin Yahya Kemal’le sohbetleri okuyunca o zaman çok beğenmiş, sebebi de kendi gördüğü Paris’i dile getiriyor. Yahya Kemal uzun uzun yahut kendi sevdiği şairler Abdülhak Şinasi’nin de sevdiği şairler o yüzden böyle çok düşkün oluyor. O yazarlar birliğine demin başlamıştım anlatmaya gittiğimde Abdülhak Şinasi’nin kitaplarını aldım tombul yanakları pembe. Çok sıcak bir gündü basık tavanlı bir odada yazarlar birliği toplanmıştı büyük bir masanın etrafında hepsi ceketi çıkarmış gömleğin yakasını açmış en başa Abdülhak Şinasi oturuyordu. Koyu renk elbisesi koyu renk kravatı beyaz kolalı gömleği gayet ciddi. Öbürleri sigara içiyor sohbet ediyor gelen hayranı kitabı korsa imzalıyor. Abdülhak Şinasi tek başına oturuyor. Fotoğraflarından tanıdığım için kitaplarını alıp evdekiler, okuldakilerin üstü yazılıydı ayıp olur diye bir kısmını oradan alıp götürmüştüm. İsm-i alilere efendim dedi. Konuşma tarzı böyleydi. Aşağı yukarı benim boyumdaydı fakat göbekli olduğundan daha kısa görünüyordu. Estağfurullah dedim. “Sermet” dedim o uğultuda duyabilsin de bekledim yazmasını dolma kalemini çıkardı yazdı cızırtılı cızırtılı. “Sami” dedim. Yazdı. Evet, dedi. Uysal efendim, dedim. Yazdı kapattı. İkinci kitabı açtı yazacak, adımı unuttu. Öbür kitaba uzanıp açmak istiyor ben başında beklediğim için utandı. Ben gene açınca sayfaya Sermet Sami Uysal dedim biraz hızlı. Anlayamadım dedi hayretle. Sonra Sermet Sami Uysal dedim. “Azizim siz Sermet Sami Uysal mısınız?” dedi. Benim, dedim. “Sizi arıyorum haftalardır. Ne Nihat Reşat biliyor ne Hamdullah Suphi biliyor telefon numaranızı” dedi. Size anlatacak çok şeyim var siz çok mühim bir iş yaptınız dedi. Eyvah dedim. Sermet Muhtar Alus vardı, meşhur yazarlardan. Beni onunla karıştırdı herhalde dedim. Yaşı icabı. Kalktı buyurun oturun lütfen, dedi. Ben 20li yaşlarında bir adam aman efendim falan derken çok sevdiğim arkadaşım Özdemir Asaf karşımızda duruyor. Efendim Sermet Sami gibi bir yazar benim sandalyem yakışır dedi oturttu beni sandalyesine. Şimdi geçerken birisi kolundan tutuyor, Abdülhak Şinasi’yi. Tanışıyor musunuz diyor beni gösteriyor. Sermet Sami Uysal diyor. Elimi sıkıyor birisi dayanamayıp “ne iş yapar” dedi. Azizim okumadınız mı, dedi Abdülhak Şinasi. Ben de okusam bilsem dedim içimden ne iş yaptığımı niye beğenildiğimi. Nihayet üçüncü kişiyle tanıştırdığında o da ne iş yapar deyince “Azizim cumhuriyette, vatanda çıkan Yahya Kemal’le sohbetleri okumadınız mı, olay olan hadiseyi?” O zaman anladım niçin beni Sermet Sami Uysal diye tanıttı. Okumamışlar tabi onlar ilk defa duymuşlar gayet normal. Bakındı etrafa başka gelen yoktu “azizim bos boş musunuz hemen bizim eve gidelim size sizin gazetedekilerden aldığım notları göstereyim.” Benim en sevdiğim nesil yazar elbet. Ve bir saat evvelde Galatasaray Lisesinde kompozisyon saatinde Ali Nizami beyi baş kısmını okutmuşum çünkü her yazarda tasvir sayfada kalır adı tasvirdir. Abdülhak Şinasi’de özellikle Ali Nizami beyin gençliği ve alafrangalığında birden üç boyutlu olarak başlar bütün o büyük adadaki evler okuyucunun gözü önünde canlanır renklenir ve animizm Yahya Kemal’de yer yer vardır ama azdır Abdülhak Şinasi başından sonuna kadar animizm vardır bütün cansız sandığımız varlıklar canlıdır. Bu eserde de öyle. Ama Çamlıca’daki …..mizde o çamlar söğütler akasyalar pencerelerden içeriye başını uzatıp rüzgarda sanki içeriyi gözetliyormuş gibi gözümüzün önünde canlanırlar. Kokusunu duyar gibi oluruz gene Ali Nizami beyi de bir tavır kuşları tasviri vardır, dünyanın hiçbir edebiyatında tavus kuşlarında böylesine canlı böylesine nefes alan böylesine garip sesler çıkararak dolaşan yaratıklar olarak görmemiştim. İlk defa Abdülhak Şinasi’de gördüm. Tabi boş musunuz deyince dolu dahi olsa boşum diyecektim boşum üstadım dedim kalktım zaten çok iyi bildiğiniz bi Emek Sinemasının İstiklal Caddesine bakan cephesindeydi bulunduğumuz yer. Taksime kadar tatlı tatlı konuşarak gittik oradan park otelden birkaç kişi selamladı sonra biraz daha gittik sağ koldan köşe başında geldik efendim dedi baktım nimet apartmanı yazıyor. Bütün koridorlar boğazın eskizleri fotoğrafları resimleriyle dolu geniş iki büyük salona girdik her yer kitap kaplı. O kadar tertipliydi ki o kitaplara bayıldım meğer Fransa’da başlamış o kitap sevgisi gittikçe biriktirmiş bir kısmının koleksiyonunu yapmış. Hemen gitti o üç yazı masasından bir çekmece çekti şöyle kalınca bir kupür getirdi aramızdaki masaya koydu hakikaten o kadar çok şey vardı not vardı ki şaşırdım bu kadar ilgiyle okuyuşuna. Göz attım bir kısmına Yahya Kemal’in anlattığı fakat okuyucuyu pek ilgilendirmeyen şeyler var ama kendisi için mazide kaldığı için çok önemli onun için onları da yazmış oraya bir kısmı sanatçıların kişilikleriyle ilgili onların yazılması hem Yahya Kemal’i hem beni müşkül durumda bırakır. mesela Yahya Kemalin komünizm anlayışıyla benim komünizm anlayışım başka. O komünist olduğundan şu şöyle yaptı deyip isim veriyor tanıdığınız kişiler bunlar halbuki bir bankanın yazı yönetmeniydi ve yazardı eserleri şehir tiyatrosunda oynanıyordu, yazmadan geçiştirdim. onları yazmış. Verdi ikişer nüsha yazmış. Aldım onları teşekkür ettim sonra sık sık evinde davet etmeye başladı gittim bir gün Nihat Reşat ordaydı hayatını yazmanı istiyorum dedi. Çünkü Tahir Alangu üç sene uğraşmış üç satır konuşturamamış Abdülhak Şinasi’nin. Bir kaç gün sonra Hamdullah Suphi, Sermet beyciğim bir gün benim anılarımı anlatacaktım zamanım yok dediniz. O zaman da iki lisede hocayım yeni dünya evine girmişim ayrıca bir gazetede ve iki dergide yazıyorum zor nefes alıyorum mümkün değil. Atatürkle ilgili Hamdullah Suphi’nin anıları çok güzeldi fakat 80 yaşını geçtikten sonra hep aynı olayları aynı nüktelerle anlatıyordu o da sıkıcı geliyordu. Nihat Reşat salonda dolaşırken “beşinci baskı azizim bu” diye muziplik yapıyordu. Sonunda ben açtım Abdülhak Şinasi’yi. Üstadım dostlarınızdan duyuyorum böyle bir arzunuz var mı var da sizin zamanınızın olmadığını duydum Hamdullah Suphi’den dedi, ben sizin için zaman bulurum dedim. Gündüzleri çalışıyorum, akşamları boşum dedim, yemek yiyorum. Hiçbir yere çıkmıyordum sinema tiyatroya gitmiyordum dostlar gelirse 4-5 arası ikindi çayına geliyor onun için akşamlarım boş benim o zaman tiyatroya çok düşkündüm fedakarlık ederim gitmem dedim. Çok hoşuma giden teklifte bulundu. Size dedi arşivleri tasnif edip önünüze koyacağım. Bir ay sonra gittiğimde bir masanın üstünü silme dosyalarla doldurmuştu bunu da ilk anılarım bu dedi komünistlerin dosyası. Bu pembeler dedi. Solcular oluyor. Bu da sadece normal insanların hakkında yazdıklarım dedi. Siz istedikleriniz seçebilirsiniz ama dedi komünistlere dokunmasanız memnun olurum. Bunun üzerine dedim ki “üstadım ben hepsini okuyup fikir edineyim içinden seçmelerini bana bırakın.” peki ama ondan seçmeler yüzde bakımından biraz az olsun olmaz mı?. Peki en son onu okurum dedim. Uzun kış geceleri eserlerin aşağı yukarı hepsini okumuştum zaten bir bir eserleriyle ilgili sorular sormaya başladım. çok rahatlıkla özel hayata olmayıp da okuyucuyu ilgilendirebilecek edebiyat hocalarını ilgilendirecek şeyler, roman kahramanlarını, bunlar gerçekten var mı, hepsini bir bir anlattı. Hepsi var gerçek hayatta ama hepsini değiştirmiş. Hatta bir örnek vereyim Gustave Flauberte’e sormuşlar madam Bovary gerçek midir kimdir diye madam Bovary benim demiş çünkü onu ben oluşturdum. Benim de bütün o kahramanlar vardır ama onların adını, bir kısmının yerlerini, görev yerlerini değiştirdim isim de verdi bir kısmını, onları olduğu gibi yazdık sonra evlenmeye geldi konu. Sor demişlerdi “üstadım bildiğime göre hiç evlenmediniz” tabi dedi “bir o hatayı yapmadım” tabi şaşırdım yeni evliyim bir o hatayı yapmadım deyince. O hatayı yapmış bulunuyordum ben. Onun üzerine bekledim bir şey söyleyecek diye. Çünkü dedi ya evlenseydim kızım artist oğlum da komünist olsaydı halim nice olurdu. Bana çok değişik cazip geldi olduğu gibi yazdım kitapta. Bir hafta sonrasıydı bir sabah telefon çaldı açtım İzzet Melih Devrim. Aşağı yukarı hiçbiriniz tanımazsınız döneminin çok şişirilmiş bir yazarı. Yazarlığından ziyade yakışıklılığıyla ün yapmış ne kadar zengin kadın varsa onlarla evlenmiş. Son evlendiği hanım sizi edebiyatçı olarak ilgilendirir. Yayha Kemal’in de evlenmek istediği Fatma hanım. Ben tanıdım tabi. Yahya Kemal’in zaten bütün sevgililerini kader bana çok ayrı yerlerde çok ayrı şartlarda karşılaştırdı, göstertti, konuşturttu. Anılar öyle hüçum ediyor ki eyvah birini unuttum mu. Fatma hanım Türkiye’nin en entelektüeli, çok iyi dil biliyor falan. Baktım İzzet Melih öyle telefonla pek konuşmuyoruz bana duyduğu yakınlık da vaktiyle bir roman yazmış adı da Sermetmiş. Açık söyleyeyim merak edip bulup da okumadım kitabı. Zaten eski harflerle. Neyse Sermet bey, dedi “Abdülhak Şinasi kitabında bana hakaret etmişsiniz hiç ummazdım sizden” dedi. Üstadım, dedim sizin adınız uzaktan yakından geçmiyor o kitapta, ilgisi yok. Hayır, bana resmen hakaret edilmiş dedi. Nedir. Ya kızınız artist ya oğlunuz komünist olsaydı demiş. E diyen Abdülhak Şinasi. Kızı benim yaşıma yakın kimse var mı diye bakıyorum. İzzet Melih’in kızı Türkiye’nin sayılı entelektüel artistlerinden biri. Şirin devrim. Şimdi Amerika’da tiyatrosu olan çok varlıklı biri. İzzet Melihi üstüne çekmiş aksilik oğlu da komünist. Bana hakaret etmeye nasıl gönlünüz razı oldu da yazdınız. Üstadım adresiniz yanlış dedim. bu soruyu bana değil yakın dostunuz Abdülhak Şinasi’ye sorun. Onun cümlesi, benim değil ki dedim. Benim Allah verirse oğlum komünist olur kızım artist olursa Allah etmesin demem dedim. Kendi seçeceği yol olur dedim. Rahatladı böylece. Bayağı aralarında huzursuzluk çıkmış. Ben çok uzattım. Çok tatlı bir anıyla iki tane komik anı var biri müstehcen biri değil. Hangisini tercih edersiniz.
ikisini de.
madem öyle hemen çağrışım yaptı. Tayland’dayız rehberimiz Taylandlı bir kızla evlendi, fevkalade iyi bilen biri. Otobüsün içinde dedi ki efendim bugün ikindide erkekleri bir gösteriye götüreceğim porno gösterisi. Hanımları da orkide bahçelerine götüreceğim dedi. Kadıköy’dede hakimlik yapan bir hanım elini kaldırdı evladım kadın erkek eşitliği var bizimki can değil mi biz de oraya gidelim. Çocuk şasşırdı önüne baktı sonra başka isteyen var mı dedi bir baktım bütün kadınlar el kaldırmış durumda. Hepimiz beraber gitmiştik merakı gıdıklıyor demek ki. Abdülhak Şinasi nimet apartmanından çıkarılmak istenince komisyoncu denmiyor tellal deniyormuş. Ben de bakındım. Sonra güç yürüyordu bastonu da vardı beraber dolaşmaya başladık. Tokatlıyan’dan girince bir tellalın adresini almış oraya gidiyoruz giderken bir sokağa gözü ilişti.kapıların önünde renk renk gençleri görünce azizim kavga mı var burada ne yapıyor bunlar dedi. Söylesem, utandım söylemesem bekliyor o tarafa bakıyor. Hemen aklıma geldi Fransızcasını söyleyeyim dedim. Kibar olacakmış gibi. Tam karşılamıyor. Bildiğiniz gibi abanoz diye meşhur bir sokak vardı gençler oraya bakıyorlardı. Sanki biri duyacakmış gibi söyler söylemez o yavaş yürüyen adam o adar hızlı bir koşmaya başladı ki, hem koşuyor ki “azizim çabuk olalım biri görse bu yaşta bunlar ne arıyor burada der rezil oluruz.” Nefes nefese tellala vardık adam kapalı. Azizim oradan dolaşmayalım dedi. O kadar uzun yoldan dolaşarak eve geldik ki sanırım ertesi gün 11e kadar uyumuştu. Son zamanlarında hayattan kopuk yaşıyordu ikinci bir Vahim Bey olmuştu. 4 oda falandı ama odalar küçüktü. “Azizim sığmıyorum azizim sıkıntı geliyor”. Üstadım dedim bir gün kapıcının tek odası var aşağıda. Sekiz tane de çocuğu var dedim. Tek odada yasıyorlar. Azizim nasıl yaşıyorlar dedi. 8 kişi bir odada çok şaşırdım. Baktım müteessir oluyor ben 8 gibi saydım belki 6’dır dedim. Abdülhak Şinasi aşağı yukarı hep kopuk yaşadı ve benim en üzüldüğüm noktalardan biri de bu kadar pırlanta kalbi olan birisi kötü bir şekilde ölüşü ve cenazesinin belediye tarafından kaldırılışı beni üzen durumsa o yaz Büyükada’da olup ölüm haberini ikindi üzeri il defa aylayorgide almış olmam. Öğleyin kaldırmışlar tabi okuyan arkadaşa gazeteyi bölmüştük tepede okuyorduk oturmuştuk. Vay niye haber vermedin diye çıkıştım. Senin dedi adamın ölmüş. Benim adamım Yahya Kemal sandım yıllar oldu dedim. Hayır, öteki dedi o zaman anladım Abdülhak Şinasi olduğunu. Allah nur içinde yatırsın. Sizin bir hayli zamanınızı aldım. Yarısını şimdi anlattım yarısını gelecek seneye anlatırım.
-Konuşmanızın başında Yahya Kemal’le küslükleri oldu dediniz, onu sonra anlatırım dediniz.
-Doğru olacak mı. Anlatayım hadi. Abdülhak Şinasi Hisar ve Yahya Kemal pek dost değiller. İstanbul’da zaten ayrı tabaka insanları. Abdülhak Şinasi aristokrattı çocukluğunda. Yahya Kemal taşradan Üsküp’ten gelmiş bir insan. Onun için İstanbul’da tanışmıyorlar Paris’te aynı okulda okumalarına rağmen ancak belirli yerlerde karşılaşıyorlar. Sıra sınıf arkadaşı gibi değil. Ama baset diye bir kahve var Yahya Kemal’in eserlerinde sık geçer yazarların geldiği bir kahve, ikisi de oraya devam ediyor. Yüzyılın başında güzel dönem derler, Paris’in en refah dönemi, en çok sanatçı yetiştiği dönem garsonlar bile şiir yazmaya meraklı. O sırada moriens bir şiir yazıyor moriens Yahya Kemal’in etkilendiği Yunan asıllı Fransız bir sair. Bir tane de Yahya Kemal için yazıyor beyit. Fakat beyit çok kötü… Fransızcasını söylüyor. “Müthiş bir hayvandır” Bunu Yahya Kemal hiçbirimize anlatmadı Paris anılarını anlatırken. Ama Abdülhak Şinasi Paris anılarını anlatırken baset kahvesinde yalnız sanatçıların değil garsonların bile şiir söylemeye meraklı olduğunu belirtmek için bunu söyledi. Sohbetlerinde de anlatmış. Bu da Yahya Kemal’in kulağına gitmiş müthiş canı sıkılmış simdi size okuduğum beyit sır değil “Yahya Kemal’e veda” adında bir kitabı vardı Abdülhak Şinasi’nin. Orda mevcut yazıları… Bu sabah baktım kontrol ettim olduğu gibi yazmış. Animalle malle kafiyeli oluyor diye yaptı herhalde. Bir gün Park otelin kahve bölümünde otururken karşılaşıyorlar sonra bu konu açılıyor müthiş hakaret ediyor Yahya Kemal. Bu kavga geçer kaynaklarda, niçin kavga ettikleri yoktur asıl sebebi budur.
Mehmet Nuri Yardım:
-Hocamıza çok teşekkür ediyoruz hem Yahya Kemal’i hem Abdülhak Şinasi Hisar’ı çok seviyoruz, rahmetle anıyoruz hakikaten bir Abdülhak Şinasi Hisar rüzgârı esti hocamızın sayesinde, onun adeta fiziki dünyasını iç dünyasını çok güzel anlattı. Çok teşekkür ediyoruz. Nur …. Hanımı tanıtmayı unuttum. Boğaziçi üniversitesinde yıllarca hocalık yaptı. Ve 29 Mayıs üniversitesinde edebiyat hocalığı yapıyor. Az önce bahsettiğim mezar meselesinde, bu arada Taha Toros kitabında diyor ki Abdülhak Şinasi’nin cenaze namazına çok az kişi katılmıştı. Daha sonra bir yabancı yazar bunu söylemişti bana bu çapta büyük bir yazar Fransa’da Almanya’da ölseydi bütün herkes ayağa kalkardı, basın bahsederdi ama burada kimsenin haberi olmadı. 30-20 kişi. İnşallah onun hatırasını eserlerinde yaşatmaya devam edeceğiz bu tür toplantılarla. Mezar meselesiyle ilgili tabi bir yazı da yazdım Milat gazetesinde. Dedim ki bu mezarı yaptırmak öncelikle onun mirasçılarının ailesinin görevidir çünkü telif alanlar onlardır. İkincisi Zeytinburnu belediyesi sınırları içindedir mezarı, onların yaptırması gereklidir üçüncüsü de yapı kredi yayınlarındadır kitapları. Ben belediyeyle görüştüm olumlu cevap aldım inşallah yapı krediyle ve ailesiyle de görüşüp o mezarı yeniden şanına yakışır bir biçimde restore edilmesi için bir gayret içinde olacağız. Abdülhak Şinasi Hisar’ın vefatının 50. yılında ona sahip çıkmazsak bence vebal altında kalırız. İnşallah Eskader bunun peşini bırakmayacak. Onu belirtmek istiyorum efendim tabi bu güzel toplantıları Matbuat Dünyasından Sanatkâr Çehreler toplantılarını Basın İlan Kurumu’yla birlikte yapıyoruz, Genel Müdürümüz Mehmet Atalay buradalar, sahip çıkıyorlar ve tabii Gazeteciler Cemiyeti bu salonu bize tahsis etti sağ olsunlar…
………..
Muammer eline, gönlüne sağlık. Güzel bir toplantıydı. Sermet Sami Bey çok güzel hâtıralar nakletti. Abdülhak Şinasi Hisar unutulmaması gereken büyük bir değerimiz, ah keşke kitapları ülkemizde daha çok okunsa… İnşallah bu tür toplantılar buna vesile olur. Gazeteler, basın bu hayırlı faaliyetlere ilgi göstermese de gayrete devam… Edebiyatımızın müstesna şahsiyetlerini unutursak gelecek nesiller bizden hesap sorar. ESKADER işte bunun için var. Katkıların ve değerlendirmelerin için teşekkürler. Sağlıcakla kal.
Çok ilginç hatıralar gerçekten abiciğim:) Merakla bekliyoruz devamını. Ve devamını diliyoruz bu güzel toplantıların.
Hicran Seçkin