Ben, büyüdüm!
Okuduğunuz her yazısından (ama HER yazısından) MUTLAKA birşeyler ÖĞRENDİĞİNİZ bir yazarınız var mı?
Benim var.
Öyle isterdim ki hiç boş konuşmamayı.
Ama dilimi tutamıyorum çoğu zaman. Hatta dilimi tutmayı bile istemiyorum…
Sizin aranızda da var mı beni andıranlar bilmiyorum, ama ben (şimdilik) böyleyim işte. Fakat inşaallah, anladıkça kusurlarımı düzeltmeye çalışacağım.
Ve öyle isterdim ki ipe sapa gelmez hiç yazı yazmamış olmayı…
İşte bu korku bazen “öldürüyor” beni.
Çünkü “söz” suya yazmak gibi; uçuyor, silinip gidiyor. Duyan, işiten birilerinin aklında “belki” kalıyor bir iki mana, o kadar.
Ama her gün yazıyorsan…
Üstelik kâğıda yazıyorsan…
Üstüne üstlük bu yazılar “yüzbinlerce” çoğaltılıyor ve hiç bilmediğin, belki de hiç bilemeyeceğin mesafelere bile ulaştırılıyorsa; en büyük bağışlayıcı olan Rabbim ilk önce beni bağışlasın. (Amin)
Konumuz burada kalsın azıcık. Ben size başka bir hatıramdan bahsedeceğim:
Bu müessesede “ilk defa” işe başladığımda, dünyadaki herşeyi, hem de elbette en iyi bilen kişi bendim!..
O yüzden on-onbeşbin “satabilen” şu gazeteyi nasıl olup da çıkartabildiklerine şaştığım bu adamlara bir sene bile dayanamadım!..
Büyük müdürlerden biri benim vazifemi değiştirmeye kalktı, ve ben bassstım istifayı, çekip gittim.
Ama gitmeden evvel kendi müdürüm bana dedi ki:
“Enver Abi ile görüş, öyle git…”
Düşündüm biraz… Hmm, iyi fikirdi. Ne de olsa patron. Koskoca olmasa da yine de bir gazetenin sahibi… İnsanlara anlatacağım bir hikâyem olurdu en azından…
Randevu bile istemeden gittim. Biraz bekledim ve yanına aldılar. Odasında ikimiz yalnız kaldık. Gelişimin sebebini öğrenince;
“Neden ayrılmak istiyorsun?” Dedi.
Piyasada serbest çalışacağımı, bir tanıdığımın bürosunda yer olduğunu ve orayı kullanacağımı, söyledim.
Enver Abi (herkes ona öyle diyordu) üzgün görünüyordu. Bir sıkıntımın olup olmadığını, sordu. Ardından, çalıştığım bölümde bir sıkıntımın olup olmadığını… Ardından, herhangi birinden şikâyetim olup olmadığını… Ardından müesseseden bir şikâyetimin olup olmadığını… Ve ardından (buna inanamıyordum); “kendisinden” bir şikâyetimin olup olmadığını samimiyetle sordu… Ki ben bu sözleri şimdiye kadar hiç kimseden duymamıştım.
Ben, şikâyetçi görünmekten hoşlanmadığım için (biraz yalan olsa da) her defasında “olmadığını” söylüyordum.
“Peki, dedi.
Ama kapımız sana her zaman açık. İstediğin vakit dönebilirsin…”
Kapıdan girerken ufacık olan ben, dışarı “büyümüş” çıktım.
Ben mühim biriydim işte!
Gazete patronu bana demişti ki: “Ne zaman istersen gel… SENİ işe alırım.”
Demek ki biliyormuş benim ne kadar önemli biri olduğumu!
İki sene kadar geçti.
İyi kazandığım da oldu, burnumun iyi sürtüldüğü de. Ama gurur var bizde; kimseye gidip iş veya herhangi bir şey isteyemeyiz!..
O ara tam zamanıydı. Eski bir dost, kendisine verilen ciddî bir görevde benden yardım istedi. Güzeel… İş “dilenmek” ayrıı, yardım etmek ayrıydı. Ben kendi işimi gücümü bırakıp (o sıra zaten pek de yoktu) bir ay boyunca harala gürele çalıştım. Hem de deliler gibi…
Sonunda dediler ki; “Nasılsa bu işi yapacağız. Bir ay da zaman geçti. Gidip Enver Abi’yle konuş da adam gibi başlayalım.”
Bu defa randevu aldık. Bir akşam, mesai bitiminden sonra aynı odaya alındım. Şartları görüşmeye başladık…
Yanımızda üçüncü biri vardı o zaman. Patronun sağ kolu… İşte onun bile hayret dolu bakışları arasında “çattır çatır” pazarlık yaparak, (verdiği ek işlerle) neredeyse üç maaş tutarında bir ücret karşılığında işe başladım.
O günler, hayatımda acil paraya en çok muhtaç olduğum zamanlarımdı. Ve bir miktar nakte de şiddetle ihtiyacım vardı. Konuşma bitmişken ve ben de tam bu miktarı nasıl ödeyeceğimi düşünüyorken, aniden sordu:
“Başka bir ihtiyacın var mı?”
Tam manasıyla sobelenmiştim ve gayriihtiyarî; “Hayır, yok!” Dedim. Yine yalan söylemiştim Enver Abi’ye…
Ama o, hoş bir tebessümle;
“Falancaya söyle, muhasebeden şu miktarda para alıp sana versin” dedi ve beni gönderdi…
Gene küçücük girmiştim yanına ve gene koskocaman çıkmıştım!..
İnanamadım!..
Bir iki yıl geçti. Benim, onbin gazete satabildiklerine bile şaştığım adamlar, bu ülkede ilk defa bir milyon satış barajını aştılar…
Nasıl becerdiklerini bilmiyordum, ama oluyordu.
Bu da kalsın azıcık… Ben, hiç unutmadığım başka bir detay vereyim:
Bir gün Enver Bey çalıştığımız bölüme geldi. Masaya oturdu ve bizler odaya toplandık. Hastaydı… Hatta, ilaçlarını masanın üzerine koymuştu.
Hiç gözümün önünden gitmiyor; elinde gazete vardı. Ve diyordu ki:
“Biz gazeteci değiliz… Bu çıkardığımız da gazete değil, bir zarf. İşte mektup burası…”
Elindeki gazetenin “orta sayfa”sı açıktı!
Ortadaki iki sayfa bizim bulunduğumuz bölümde hazırlanmaktaydı. İki ayrı sayfanın iki ayrı ekibi vardı. Ve ben diğer sayfadaki yazıları hem okuyamıyor, hem de “inadına” okumuyordum.
Neden?
Bilmiyorum…
Yo, gene yalan söylemeyeyim; okumam tavsiye edildiği ve ben de okumam gerektiğini bildiğim için okumuyordum!..
Bir de muhtevaya değil, makyaja takılıyordum. Yani mektup değil de “zarf” ilgilendiriyordu o zaman beni.
Hele biri vardı ki; diğer sayfanın amiri gibiydi ve ben ona bir şey sormam gerektiğinde bile araya diğerlerini sokuyordum. Çünkü yazdıklarına baktığımda onu görüyor, okusam da (galiba bir şey anlamak istemiyor) ve anlamıyordum.
Yıllar geçti, yıllar…
Acaba şimdiye kadar okumuş olduğum ve şimdi okumakta olduğum her yazısından… Ama her yazısından mutlaka birden çok şey öğrendiğim bu kişinin yazılarını o zamanlardan beri okumuş olsaydım, düşünüyorum; birikimim nasıl olurdu?..
İnsanlar yanındakinin kıymetini, özellikle de yanındayken anlayamıyorlar. İşte ben bu kıymet bilemeyenlerdenim. Bir insanın yazdığına değil; yazarken üzerinde bulunan kıyafetine, nasıl yazdığına, nasıl yemek yediğine, nasıl konuştuğuna takılanlardanım…
Bunun sizce bir mantığı var mı? Ve anlayabiliyor musunuz bu saplantının yıllar içinde beni ne kadar küçük bıraktığını?
“Okuduğunuz her yazısından (ama HER yazısından) MUTLAKA birşeyler ÖĞRENDİĞİNİZ bir yazar var mı? Demiştim ya…
İşte böyle birinin var olduğunu öğrenecek kadar büyüdüm artık.
Çünkü en azından, (bana doğru adresleri tarif eden mektupları) okumayı öğrenecek kadar büyüdüm.
Çünkü “dünyadaki herşeyi, hem de en iyi bilen” insanın ben olmadığımı öğrenecek kadar büyüdüm.
Çünkü bir zamanlar sormam gerekenleri bile sormaktan hazzetmediğim bu şahsın, şimdi, aslında izin verse ayaklarını bile öpmem gerektiğini anlayacak kadar büyüdüm.
Bana “köşe yazarı” denirken, bir başka köşe yazarı için bunları yazabilecek kadar büyüdüm.
Onunla, internet ortamında yanyana, gazete kağıdında da sırt sırta olduğuma sevinecek kadar büyüdüm.
Ve koskoca bir ağaçtaki bir tek “meyve” kadar büyüdüm!
Bu “SOHBET” burda bitmez…
Gün gelir, gene açarız lafı.
Dedim ya; yazmadan, konuşmadan duramam ben. Bazen boş, bazen dolu…
Kısmetinize bugün “dolu” çıktı.
Umarım doldurmuşsunuzdur kaplarınızı!
——————————————————-
“Önemli olan nereden başladığınız değil, sonuçta nereye ulaştığınızdır.”
Zig Ziglar
Stop
Muammer Erkul
15 Ocak 2000 Cumartesi
Benim anlayışım kıt, baş kısmı güzel tebrike şayan, fakat ikinci kısmı anlamak zor.
Bir moruktan bahsediliyor gibi geldi bana.
MEHMET ALİ DEMİRBAŞ