Ben, büyüdüm! [15 Ocak 2000 Cumartesi]

 

Ben, büyüdüm! 
 
Okuduğunuz her yazısından (ama HER yazısından) MUTLAKA birşeyler  ÖĞRENDİĞİNİZ bir yazarınız var mı?
Benim var.

Öyle isterdim ki hiç boş konuşmamayı.
Ama dilimi tutamıyorum çoğu zaman. Hatta dilimi tutmayı bile istemiyorum…
Sizin aranızda da var mı beni andıranlar bilmiyorum, ama ben (şimdilik) böyleyim işte. Fakat inşaallah, anladıkça kusurlarımı düzeltmeye çalışacağım.

Ve öyle isterdim ki ipe sapa gelmez hiç yazı yazmamış olmayı…
İşte bu korku bazen “öldürüyor” beni.
Çünkü “söz” suya yazmak gibi; uçuyor, silinip gidiyor. Duyan, işiten birilerinin  aklında “belki” kalıyor bir iki mana, o kadar.
Ama her gün yazıyorsan…
Üstelik kâğıda yazıyorsan…
Üstüne üstlük bu yazılar “yüzbinlerce” çoğaltılıyor ve hiç bilmediğin, belki de hiç  bilemeyeceğin mesafelere bile ulaştırılıyorsa; en büyük bağışlayıcı olan Rabbim  ilk önce beni bağışlasın. (Amin)

Konumuz burada kalsın azıcık. Ben size başka bir hatıramdan bahsedeceğim:
Bu müessesede “ilk defa” işe başladığımda, dünyadaki herşeyi, hem de elbette  en iyi bilen kişi bendim!..
O yüzden on-onbeşbin “satabilen” şu gazeteyi nasıl olup da çıkartabildiklerine  şaştığım bu adamlara bir sene bile dayanamadım!..
Büyük müdürlerden biri benim vazifemi değiştirmeye kalktı, ve ben bassstım  istifayı, çekip gittim.
Ama gitmeden evvel kendi müdürüm bana dedi ki:
“Enver Abi ile görüş, öyle git…”
Düşündüm biraz… Hmm, iyi fikirdi. Ne de olsa patron. Koskoca olmasa da yine de  bir gazetenin sahibi… İnsanlara anlatacağım bir hikâyem olurdu en azından…
Randevu bile istemeden gittim. Biraz bekledim ve yanına aldılar. Odasında ikimiz  yalnız kaldık. Gelişimin sebebini öğrenince;
“Neden ayrılmak istiyorsun?” Dedi.
Piyasada serbest çalışacağımı, bir tanıdığımın bürosunda yer olduğunu ve orayı  kullanacağımı, söyledim.
Enver Abi (herkes ona öyle diyordu) üzgün görünüyordu. Bir sıkıntımın olup olmadığını, sordu. Ardından, çalıştığım bölümde bir sıkıntımın olup olmadığını…  Ardından, herhangi birinden şikâyetim olup olmadığını… Ardından müesseseden  bir şikâyetimin olup olmadığını… Ve ardından (buna inanamıyordum);  “kendisinden” bir şikâyetimin olup olmadığını samimiyetle sordu… Ki ben bu  sözleri şimdiye kadar hiç kimseden duymamıştım.
Ben, şikâyetçi görünmekten hoşlanmadığım için (biraz yalan olsa da) her  defasında “olmadığını” söylüyordum.
“Peki, dedi.
Ama kapımız sana her zaman açık. İstediğin vakit dönebilirsin…”
Kapıdan girerken ufacık olan ben, dışarı “büyümüş” çıktım.
Ben mühim biriydim işte!
Gazete patronu bana demişti ki: “Ne zaman istersen gel… SENİ işe alırım.”
Demek ki biliyormuş benim ne kadar önemli biri olduğumu!

İki sene kadar geçti.
İyi kazandığım da oldu, burnumun iyi sürtüldüğü de. Ama gurur var bizde;  kimseye gidip iş veya herhangi bir şey isteyemeyiz!..
O ara tam zamanıydı. Eski bir dost, kendisine verilen ciddî bir görevde benden  yardım istedi. Güzeel… İş “dilenmek” ayrıı, yardım etmek ayrıydı. Ben kendi işimi  gücümü bırakıp (o sıra zaten pek de yoktu) bir ay boyunca harala gürele çalıştım.  Hem de deliler gibi…
Sonunda dediler ki; “Nasılsa bu işi yapacağız. Bir ay da zaman geçti. Gidip Enver  Abi’yle konuş da adam gibi başlayalım.”
Bu defa randevu aldık. Bir akşam, mesai bitiminden sonra aynı odaya alındım.  Şartları görüşmeye başladık…
Yanımızda üçüncü biri vardı o zaman. Patronun sağ kolu… İşte onun bile hayret  dolu bakışları arasında “çattır çatır” pazarlık yaparak, (verdiği ek işlerle)  neredeyse üç maaş tutarında bir ücret karşılığında işe başladım.
O günler, hayatımda acil paraya en çok muhtaç olduğum zamanlarımdı. Ve bir  miktar nakte de şiddetle ihtiyacım vardı. Konuşma bitmişken ve ben de tam bu  miktarı nasıl ödeyeceğimi düşünüyorken, aniden sordu:
“Başka bir ihtiyacın var mı?”
Tam manasıyla sobelenmiştim ve gayriihtiyarî; “Hayır, yok!” Dedim. Yine yalan  söylemiştim Enver Abi’ye…
Ama o, hoş bir tebessümle;
“Falancaya söyle, muhasebeden şu miktarda para alıp sana versin” dedi ve beni  gönderdi…
Gene küçücük girmiştim yanına ve gene koskocaman çıkmıştım!..
İnanamadım!..
Bir iki yıl geçti. Benim, onbin gazete satabildiklerine bile şaştığım adamlar, bu  ülkede ilk defa bir milyon satış barajını aştılar…
Nasıl becerdiklerini bilmiyordum, ama oluyordu.

Bu da kalsın azıcık… Ben, hiç unutmadığım başka bir detay vereyim:
Bir gün Enver Bey çalıştığımız bölüme geldi. Masaya oturdu ve bizler odaya  toplandık. Hastaydı… Hatta, ilaçlarını masanın üzerine koymuştu.
Hiç gözümün önünden gitmiyor; elinde gazete vardı. Ve diyordu ki:
“Biz gazeteci değiliz… Bu çıkardığımız da gazete değil, bir zarf. İşte mektup  burası…”
Elindeki gazetenin “orta sayfa”sı açıktı!

Ortadaki iki sayfa bizim bulunduğumuz bölümde hazırlanmaktaydı. İki ayrı  sayfanın iki ayrı ekibi vardı. Ve ben diğer sayfadaki yazıları hem okuyamıyor, hem de “inadına” okumuyordum.
Neden?
Bilmiyorum…
Yo, gene yalan söylemeyeyim; okumam tavsiye edildiği ve ben de okumam  gerektiğini bildiğim için okumuyordum!..
Bir de muhtevaya değil, makyaja takılıyordum. Yani mektup değil de “zarf”  ilgilendiriyordu o zaman beni.
Hele biri vardı ki; diğer sayfanın amiri gibiydi ve ben ona bir şey sormam  gerektiğinde bile araya diğerlerini sokuyordum. Çünkü yazdıklarına baktığımda  onu görüyor, okusam da (galiba bir şey anlamak istemiyor) ve anlamıyordum.
Yıllar geçti, yıllar…
Acaba şimdiye kadar okumuş olduğum ve şimdi okumakta olduğum her  yazısından… Ama her yazısından mutlaka birden çok şey öğrendiğim bu kişinin  yazılarını o zamanlardan beri okumuş olsaydım, düşünüyorum; birikimim nasıl  olurdu?..

İnsanlar yanındakinin kıymetini, özellikle de yanındayken anlayamıyorlar. İşte ben bu kıymet bilemeyenlerdenim. Bir insanın yazdığına değil; yazarken üzerinde  bulunan kıyafetine, nasıl yazdığına, nasıl yemek yediğine, nasıl konuştuğuna  takılanlardanım…
Bunun sizce bir mantığı var mı? Ve anlayabiliyor musunuz bu saplantının yıllar  içinde beni ne kadar küçük bıraktığını?

“Okuduğunuz her yazısından (ama HER yazısından) MUTLAKA birşeyler ÖĞRENDİĞİNİZ bir yazar var mı? Demiştim ya…
İşte böyle birinin var olduğunu öğrenecek kadar büyüdüm artık.
Çünkü en azından, (bana doğru adresleri tarif eden mektupları) okumayı  öğrenecek kadar büyüdüm.
Çünkü “dünyadaki herşeyi, hem de en iyi bilen” insanın ben olmadığımı  öğrenecek kadar büyüdüm.
Çünkü bir zamanlar sormam gerekenleri bile sormaktan hazzetmediğim bu  şahsın, şimdi, aslında izin verse ayaklarını bile öpmem gerektiğini anlayacak  kadar büyüdüm.
Bana “köşe yazarı” denirken, bir başka köşe yazarı için bunları yazabilecek kadar büyüdüm.
Onunla, internet ortamında yanyana, gazete kağıdında da sırt sırta olduğuma  sevinecek kadar büyüdüm.
Ve koskoca bir ağaçtaki bir tek “meyve” kadar büyüdüm!

Bu “SOHBET” burda bitmez…
Gün gelir, gene açarız lafı.
Dedim ya; yazmadan, konuşmadan duramam ben. Bazen boş, bazen dolu…
Kısmetinize bugün “dolu” çıktı.
Umarım doldurmuşsunuzdur kaplarınızı!

 

——————————————————-

“Önemli olan nereden başladığınız değil, sonuçta nereye ulaştığınızdır.”
Zig Ziglar
 

 

Stop
Muammer Erkul
15 Ocak 2000 Cumartesi
 

1 Yorum

  1. Benim anlayışım kıt, baş kısmı güzel tebrike şayan, fakat ikinci kısmı anlamak zor.
    Bir moruktan bahsediliyor gibi geldi bana.

    MEHMET ALİ DEMİRBAŞ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir