Bir gece daha
“Sizi bu saatte uyandırmak istemezdim, dedi kayınpederine…
Altıbuçuk sularında deprem oldu da burda… Şiddetli değildi aslında. Ama biliyorsunuz ki o tedirgin oluyor.
Şu anda beni duymuyor, cep telefonundan arıyorum…”
“Tamam yavrum, dedi adam. Hemen arıyorum…”
Ardından telefon çaldı. Damat, kimin aradığından habersizmiş gibi üçüncü çalışında kaldırdığı telefonda kısa konuşup, ahizeyi karısına uzatırken;
“Baban, dedi.
Depremi duymuş da…”
“Cumartesi’yi Pazar’a bağlayan gece de olmuştu baba. Üçe on falan vardı. Hissettim… Öğrendim sonra, iki nokta yediymiş…
Ama bu sabah sarsıntıyla uyandım. Saat altı buçuktu, ödüm koptu… Neden böyle arka arkaya oluyor baba?..”
“Sakin ol kızım. Dün ben de başka birini duydum… Heyecan yapma, hamilesin, sağlığını bozacaksın.”
“Gündüz yalnız kalıyorum ama… Gece de korkularım artıyor…”
İki saat içinde apar topar hazırlandılar. Genç koca yoldan telefon edip, bir günlük izin aldı. Hamile karısıyla beraber Yalova’ya inip, Gölcük’e doğru yola koyuldular.
O gece deprem konuşuldu…
Damat sabah erken bir saatte Yalova’ya dönecek, hamile karısı ise tedirginliği geçinceye kadar anne ve babasıyla beraber kalacaktı.
Gece yarısını geçiyorken, yattılar.
Saat tam 03’te, sabah Yalova’da duydukları şiddette bir deprem oldu, ama hiçbiri hissetmedi bunu.
Ardından…
Birbuçuk-iki dakika sonra…
Tarihe; “Marmara Depremi” diye geçen sarsıntı Gölcük’ten patladı…
Hiçbirinin bunu duymuş veya duymamış olması artık hiçbir şey ifade etmiyordu!..
Güzel olan;
Bir geceyi daha beraber geçirmiş olmalarıydı.
Yüce Mevlam hepsine rahmet eylesin.
Benzer pek çok hikaye var, bilinen, anlatılan…
Bilinen bir gerçek daha var ki; o an biz de ölebilirdik, ölenlerle birlikte…
Bilinmesi gereken ise şu;
Hâlâ ölebiliriz, herhangi bir an ve herhangi bir yerde.
Öyle değil mi?
Madem öyle…
Madem ölüm bizim bunca yakınımızdan geçmişken… Hatta şu an bile uzağımızda değilken…
Neden ölüm yanımızdan geçip gitmiş de, sanki bir daha hiç gelmeyecekmiş gibi davranıyoruz?..
Neden sevdiğimiz insanlarla;
Analarımızla, babalarımızla bir gün, bir saat daha beraber olmaya çalışmıyoruz?
Neden onlar ilk susadıklarında bizim elimizdeki bardağı göremiyorlar?..
Ve neden; ne kadar vaktimiz kaldığını bilmediğimiz halde, zamanımız hiç bitmeyecekmiş gibi davranıyoruz?
———————————————————
Çoban!
Muhafızlar, saygısızlık addettikleri için, huzura yoğurt, peynir ve süt getiren çobanın tam kellesini vuracaklarken, büyük Sultan Fatih Mehmet Han;
“Durun!” diye kükrüyor…
Onu hazine daireme götürüp, servete boğun… Çünkü o, bana, bildiklerinin en güzellerini layık görmüş…”
Benim de işte, rahmetli Turgut Bey’den durup durup bahsetmem ondandır!…
Doğru veya yanlış, bilmiyorum ama gelişmeler oldukça; üzüldükçe, sevindikçe yahut birilerinin kısırlığını, çaresizliğini hatta doğrularını, yanlışlarını gördükçe aklıma hep o geliyor ve kıyaslarımı ona göre yapıyorum.
Seviyordum Özal’ı… Hâlâ da seviyorum, hem de bu sevgi derinleşerek…
Belki de çoban misali; yaşadığım ömrümde “daha başkasını” görmediğimdendir!…
Sıkılanlar “çoban”lığıma versin, ne yapayım! Ben size Ahmet Özal’ın anlattığı bir hatırayı nakledeyim:
“.. Vatandaşlardan babamı çok arayan olurdu. Babam da gece saat 12’den sonra, vakti olunca onları arattırırdı.
Sivas’tan Mehmet Efendi isminde bir adamcağız aramış. Bana; “Kâğıdı ver, birini de ben arayayım” dedi ve onu aradı.
“Ben Başbakan Turgut Özal, beni aramışsın. Nasılsın, iyi misin?” dedi. Adam;
“Hadi ordan!..” deyip telefonu kapattı.
Babam tekrar aradı. Adam;
“Dalga geçme kardeşim!..” dedi, bir daha kapattı. Babam; “Ben bu adamla konuşacağım” diye tutturdu. Gece saat 01.00’de valinin yardımıyla irtibat sağladılar. Adamcağız telefonda konuşamıyor. Babam diyor ki;
“Mehmet Efendi, sen beni aramışsın. Ben de seni aradım. Niye telefonu yüzüme kapatıyorsun?”
Adam telefonda hüngür hüngür ağlıyordu. Bir Başbakan kendisini direkt olarak aramış ve dileğini sormuştu.
Böyle alçakgönüllü idi.
Bir defasında denemek için yeni ithal edilen bir jeep getirmişlerdi. Yıl 1985, babamın Başbakanlık dönemi. Babam direksiyona geçti. Arsada tur atıyor. Ben yanındayım, Efe arkada. Birdenbire babam gaza bastı, indik Yeniköy’e. Ne polis var, ne koruma.
Yeniköy Meydanı’nda trafik sıkıştı. Babam sırada bekliyor. Dörtyol ağzında da genç bir polis… Arkadan birisi korna çaldı. Polis de babam çalıyor sandı. Kızdı, babama bir el hareketi yaptı; “Çek kenara!” dedi.
Babam da arabayı sağa çekti. Ve ilk reaksiyonu;
“Çocuklar, ehliyetim nerede?…” demek oldu!
Babam aradı, buldu ehliyetini. Polis geldi, babama hiç bakmadan;
“- Ehliyet, ruhsat!” dedi. Babam verdi ehliyeti. Polis aldı, bir ehliyete baktı, bir de babama baktı. Bir selam çaktı ve gür bir sesle;
“Emredin sayın Başbakanım!..” Demez mi?
Babam dedi ki:
“Oğlum, bağırma!..
Bir suçum varsa yaz cezanı…”
Trafik polisi konuşamıyordu bile.
Allah rahmet eylesin…
Ben, “çobanlığımdan” memnunum!
——————————————————–
Siz olmasaydınız…
Meşhur bir cerrah, hastaneye yetişmek üzere arabasını hızla sürerken, trafik polisi durdurur. Ceza yazmaya başlar. Zaman kaybeden cerrah, öfkeli bir sesle çıkışır; “Siz olmasaydınız şu anda hastanedeydim.”
“İyi ya işte, hayatınızı kurtardım. Şükredeceğinize bir de bağırıyorsunuz!..”
Stop
Muammer Erkul
30 Eylül 1999 Perşembe