Bir “eski zaman” hikâyesi [19 Nisan 2000 Çarşamba]

‘Mehmet Amca’lar evde yok ki baba, dedim. Az önce hep beraber evden çıktıklarını gördüm.’
“Öyleyse sigorta hastanesinin ordaki telefon kulübesine git de ara” dedi babam.
“Tamam… Dedim. Dedim ama; “Ne zaman çıkacak şu bizim telefon acaba?” diye sızlanmadan da edemedim.
Bu tamamen boşu boşuna sorulmuş bir soruydu, biliyordum… Herkesin telefon müracaatı olduğu halde ve beş yıl, on yıl hatta yirmibeş yıl bekleyenler olduğu halde koca mahallede herhalde üç-beş tane hat vardı.
Bir babanın hatta dededin “torunlarına bırakacağı en mühim miraslardan biri” de; eski zamanlarda yapılmış bir telefon kaydıydı, neredeyse…

Pantalonumu giydim. Tam dışarı çıkacekken annemin sesini duydum:
“Tüp bitmiş… Nasılsa jeton almak için Paşabahçe’ye kadar gideceksin. Tüpü kuyruğa bırak, telefon ettikten sonra doldurursun.”
Hiç sesimi çıkarmadım. Hatta, ayakkabılarımı bağlarken, tam kapının kenarına konmuş olan ufak su bidonunu görünce de sesimi çıkarmadım. Biliyordum çünkü, gece sular kesilmişti. Su kaplarının boş olduğunu dünden hiçbirimiz farketmemişti ve çaydanlıkta kalan son su ile de sabah kahvaltısında içtiğimiz çay demlenmişti…
Çıktım.
Bir elimde boş tüp, bir elimde su bidonu ve cebimde arayacağım telefon numarası.
Bu telefon mühimdi. Yıllardır iş bulamayan bir akrabamızın kurmaya çalıştığı bağlantıda belki de kilit kişiydi arayacağım şahıs. Üç memurun alınacağı kadro için tam ikibinüçyüzelli kişi sınava girmişti. Acaba ben de böyle mi iş bulacaktım bu koca memlekette?
Devlet işi istemiyordum. Balıkçılık yapmak her zaman daha ilginç gelmişti bana… Pazarcılık yapmak ise eğlenceli. Ama onların da zorluğu ve bitmeyen bir mücadelesi vardı…

İncirköy ile Paşabahçe arası iki otobüs durağı mesafesi, ama elin dolu olunca biraz daha uzuyor!
Hastane hizasındaki durağın dibinde bulunan telefon kulübesinin yanından geçerken merak ediyorum. Çünkü kulübenin içinde ve önünde kimse yok. Elimdeki tüpü yere koyup ahizeyi kaldırıyorum; hat yok… Kola basıyorum, ı ıh!..
Bunu bilmem iyi oluyor, yürüyorum Paşabahçe’ye doğru.
Çarşıya vardığımda tüpçüye sapıyorum önce. Ama pasajın merdivenlerinden önce bir gürültü çıkıyor dışarı, sonra iki polisin kolunda debelenen bir adam…
Onlarla beraber çıkan birine soruyorum:
“Ne oldu içerde?”
“Bir şey olmadı aslında. Onun çantasında bir karton Marlboro, sekizyüz mark ve bin yüz dolar para buldular… Adam dün abisinin Almanya’dan geldiğini söylüyor ama, bakalım karakolda ne olacak…”

Tüpçüdeyim…
Önünde uzun bir sıra halinde dizilmiş tüp kuyruğu var. Bazılarının başında ise bekleyen insanlar. Burda, kuyrukta geçenlerde büyük bir kavga çıkmıştı… İnsanlar biribirlerini parçalayacaktı neredeyse. Karakolun bütün polisleri gelmiş, havaya ateş etmişlerdi hatta. Dövüşenlerden iki kişi de hastanelik olmuştu…
İçeri girip tüpün ne zaman geleceğini soruyorum.
“İkiden sonra…” Diyorlar.
İyi ki boş tüple değiştirme parasını alıp kaydımı yapıyorlar. Demek ki çok da kuyruk yok. Sadece ne zaman geleceği belirsiz. Koca bir deftere adımı yazıp, verdiğim parayı kaydettikten sonra bana bir parça kağıt veren adam;
“Sakın kaybetme” diyor.
Dönüp iskeleye doğru yürüyorum. Merkez Camiinin önünde beş altı tane telefon kulübesi var. Birkaç tanesi çalışmıyor olmalı ki, sadece bazılarının kapısında kuyruk var. En kısa olanın sonuna geçiyorum. Yandaki kabinin başında bekleyenler yüksek sesle konuşuyor, kızgınlar… Birazdan cama vuruyor kadının biri.
“Yarım saattir konuşuyorsun. Yeter artık!.. Bak, bu kadar insan seni bekliyor. Herkesin işi gücü var, saygısız!..”
İçerdeki bakmıyor bile. Kulağını kapatıyor, telefondaki sesi daha iyi duyabilmek için.
Aradığım kişinin evde olmadığını öğrenebilmek için kırk dakika beklemek zorunda kalıyorum ben de…
Tekrar çeviriyorum numarayı, tekrar ve tekrar… Her defasında çalıyor, ama açılmıyor… Sonunda kabine sıkı bir tekme atılıyor dışarıdan ve ben jetonumu alıp dışarı çıkıyorum. Yapacak bir şey yok.
Acaba yeniden kuyruğa geçsem mi? Sırada da yedi kişi var!.. Beklesem tüpü kaçırır mıyım? Doğru ya; “Vaktinde gelseydin yetişirdin. Tüpler bitti”, gibi bir laf duymak, daha doğrusu bunu evde izah etmek pek kolay olmaz!..

Tüplerin üstüne oturuyorum. Bekleyenlerden birinin kulağına dayadığı radyodan cızırtılar geliyor. Bir ara yanına yaklaşan başka bir adam soruyor:
“Durum ne?”
“Üç sıfır, diyor maçı dinleyen. Ahh bi gol atsaydık be, bir gol… Demin ceza sahasının içine bile daldık, ama bizim çocuk düştü. Topa takılmış ayağı. Hakem şunu yanlış görseydi de penaltı çalsaydı ne olurdu sanki!..
Ama yine de aslanlar gibi mücadele ediyormuşuz… Son beş dakika… Maçı anlatan spiker diyor ki:
-Görünen o ki, sayın dinleyiciler; yenildik… Ama emin olunuz, ezilmedik!.. Bu bile büyük bir gururdur bizim için..”
“Boş iş bunlar, booş, diyor başka biri. Neymiş futbol mutbol… Son Avrupa şampiyonasında iki tane bronz madalya bile almıştı bizim güreşçiler… Atasporumuzdur, serbest güreşe ağırlık vermemiz lazım. Böyle futbol mutbol bizim neyimize?”..

Akşam ezanı okunmak üzereyken elimde (şükür ki) bir dolu tüp ve mahallenin yukarısındaki çeşmeden doldurduğum bir bidon su ile eve geliyorum.
Öğle yemeği yemediğim için karnım zil çalıyor. Ama kapının anahtarını çevirdiğimi duyan annem, sesleniyor:
“Oğlum, sen mi geldin?..”
“Evet anne.”
“Elektrikler kesildi. Bakkaldan birkaç tane mum al da sana yemek hazırlayayım!”
İçeri girmeden tekrar sokağa çıkıyorum. Müezzin amca minareye çıkmış, çıplak sesle akşam ezanını okuyor.

Milattan öncesinden değil, Turgut Özal öncesinden bahsettim birkaç satır…
Bugün bunları “komedi” olarak sahneye koysak, hep beraber güleriz!.. Çünkü bütün bunlar, sanki çok uzak hikayeler gibi geliyor bize. Veya memleketin en ücra köşelerinin bir zamanlar yaşanmış sıkıntıları gibi geliyor. Çünkü bugünkü sıkıntılar, tartışmalar tamamiyle boyut değiştirmiş.
Hatta yaşı yirmibeşin altında olanlar böylesi sıkıntıların bir zamanlar mevcut olabildiğine bile inanmıyorlar.
Ama, İstanbul’un göbeğinde bile yokluğu yaşayan… Tüpgaz, telefon, otobüs kuyruklarında biribirleriyle dövüşen… Vapurlarda parasına göre farklı mevkilerde oturan… Yabancı sigara veya parayla yakalandığı zaman tutuklanan… Yenilirken ezilmemeyi özleyen insanlardık biz.
Bizler böyle düşünürken… Bu mahzuniyetleri ve mehcubiyetleri yaşarken İstanbul Boğazı’nın kenarında; acaba ders kitaplarımızda kubbeli toprak evlerini gördüğümüz Harran’ın, veya memleketin bir başka uzak bölgesinin insanları neler yaşıyor ve neler hissediyordu?..
Şimdi Edirne İstanbul’a birbuçuk saat…
Ve Harran’ın insanları bile GAP kadar büyük düşünebiliyor.

Hiç kimse umurumda değil…
Ben, hayal dünyamı; (daha eskilerin deyimiyle) sanki “eskimiş bir ceket gibi” tersine çeviren Turgut Bey’i hep rahmetle anıyorum…
Gecenin yarısına doğru korumalarından kaçıp, yalnız başına bir kahvehaneye dalan ve kendisine çay söyleyen…
Elini sımsıkı tuttuğu Semra’sıyla pazarda domates seçen…
Bizleri sağcısın-solcusun diye ayırmayıp, neredeyse siyasi kavgaları unutturan…
Çiçekli-yapraklı şortuyla orduyu selamlayan…
Ve pazar günleri de ta gözbebeğime bakarak, kalemini sallaya sallaya kafama “sonraki adımlarımı” çakan tombişimi hâlâ çok seviyorum…
Allahü teala onun mekanını cennet, vizyonunu ise (özellikle bugünlerde) ardından gelenlere “miras” eylesin.

Stop
Muammer Erkul
19 Nisan 2000 Çarşamba

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir