Bir yılbaşı sabahı ve S.Ahmet Arvasi

 

(S. Ahmet Arvasi, Mehmet Ali Demirbaş, Gürbüz Azak, Osman Ünlü, Mehmet Oruç, Abdüllatif Uyan, Abdi İpekçi, Cağaloğlu, Nuruosmaniye Camii, Kapalıçarşı)

Bu hatırayı yazmak için az önce klavyenin başına oturdum.
Tarih 31 Aralık 2012’yi gösteriyor…
 
Aralık ayının son gecesi; kim bilir kimler, nerede ne yapmakta bu saatlerde!
Ben odamdayım, klavyemin başındayım…
Bir derin kuyunun içindeki suyu, uzuun bir ipin ucuna bağlanmış kovayla dışarı çekmeye çalışır gibi; içimde köpüren duyguları, kelimeler yardımıyla dışıma çıkarıp, ekrandaki sayfada yan yana dizmeye çalışıyorum!
Bir özel günü ve bir özel hatırayı, kaydetmeye çalışıyorum.
 
 
Yıllar önce…
Türkiye Çocuk Dergisi’nde çalışıyorum…
Basın dünyası plazalara taşınmaya başlamış ama yine de Cağaloğlu’nu henüz tamamen dağılmış değil. Biraz işi büyüten, çevrede ihtiyacı kadar oda, kat, bina kiralamak durumunda. Biz ise Anadolu Ajansı’nın en üst katındayız. Bir büyük hukuk davası karşılığında orası kazanılmış ve akabinde müessesenin olmuş. Bina, Cağaloğlu meydanından ayrılıp Kapalıçarşı’ya doğru giden caddenin ilk sol köşesinde. Hiç sapmadan gidilirse yol önce Nûr-u Osmaniye Camii’nin bahçesinden geçerek Kapalıçarşı’ya varıyor. Bizden birkaç bina sonra, gene soldaki büyük bina (halıcı olmadan önce) Milliyet Gazetesi’nin idare ve basım merkeziydi ki; hep söylenen, hani hükümetler devirip kuran Abdi İpekçi’li Milliyet oradaydı.
 
 
Günlerden Pazar. 1989’un ilk sabahı…
Dergiye geldim, kimseler yok. Demek ki bazı işler halledeceğim… Son kata çıkınca hemen sol taraf Türkiye Çocuk Dergisi var, sağa uzanan koridorun ucundaki odalarda da “Bizim Sahife” hazırlanıyor. Mehmet Ali Demirbaş’ın sorumlusu olduğu bölümde Mehmet Oruç, Osman Ünlü, Abdüllatif Uyan ve bir kaç isim daha çalışmakta.
Ama o gün katta ancak bir kaç kişiyiz…
 
Mehmet Ali abi beni gördü, el etti.
Yaklaştım. Kara kalın kaşları, konuşurken hep gülümseyen yüzü, hiç mırıldanmayan, hep yüksek ve anlaşılır sesi…
Her zamanki gibi, doğrudan konuya girdi:
-Dün gece kim vefat etti, biliyor musun, dedi?
Anlamadım… Ya benim bir konuyu bilip bilmediğimi deniyor veya bir şey anlatmak için kapı açıyor, diye düşündüm.
O zamanlar Çocuk Dergisi ekibi olarak ya “Bizim Sayfa”cılardan uzak durmaya çalışır veya birkaç kişi toplanıp “Cennet ve huriler” gibi kendi ilgimizi çeken bazı özel konularda “hocaları” soru yağmuruna tutardık! Özellikle de Mehmet Ali Demirbaş, bizim istediklerimizi ballandırarak anlatırdı…
Fakat bu öyle bir şey değildi. Bu defa;
-Dün bizim gazetenin yazarlarından biri öldü, tahmin et bakalım hangisi, dedi…
Hem şaşırdım, hem meraklandım, hem tedirgin oldum…

Yani yılbaşı gecesinin sabahı, çoğu kimse yatağından çıkmamış; ben ta Paşabahçe’den çıkıp Cağaloğlu’na gelmişim; şimdiki gibi cep telefonu, internet filan da zaten yok…
O cevap almak için beni bekliyor, benimse aklıma hiç yazar mazar gelmiyor…
Sonra “özellikle bana sorduğu için ve herhalde mazimizi bildiğinden” olsa gerek, diye düşündüm ve sesim titreyerek;
-Gürbüz Azak mı? Dedim…
-Hayır, dedi ve gene bekledi. Ama başka isim çıkamadı ağzımdan, bilemedim…
Bu defa kendisi;
-Ahmet Arvasi, dedi…
 
Öylece, sessizlik oldu…
 
 
Tarih 31 Aralık 1988.
Yirmi dört sene sonra benim bu hatırayı yazmak için, klavyenin başına oturduğum gibi…
Bir abdestli ve seyyid adam daktilosunun başına oturuyor…
Senenin yine aynı zamanı…
Aralık ayının son gecesi yani ve kim bilir kimler, nerelerde neler yapmakta tam da bu saatlerde!

Gecenin yarısına doğru…
İnsanlar sevinç çığlıkları atarak, çılgınlık uçurumlarına doğru fırlatırlarken kendilerini…
Erenköy’deki bir oda… Ve bir dertli adam, içindeki acıyı; o çok sevdiği daktilosunun tuşlarına vura vura dışarı çıkartmaya, kâğıda raptetmeye çaa lıı şıy…..
 
Bir daktilo; üzerine takılı kâğıttaki yarım yazıyla birlikte, yetim kalıyor!
Türk milliyetçi hareketine ehlisünnet ruhunu üfleyen, sayısız insanı samimî niyetlerle de olsa yoldan çıkmaktan, ziyan olmaktan, perişanlıktan koruyan bu nadide insan, gözünü kapatıyor…
 
 
Allahü teala rahmet eylesin; benim gibi dünyadayken talebesi olamayanlarla da inşallah Seyyid Ahmet Arvasi hocayı Cennette komşu eylesin…
Gün geçtikçe kıymeti artan önemli insanlardan biriydi o.
İşte, yaşadığımız zaman bunu göstermeye devam ediyor…
 
 
Ben, aynı sene içinde ve onunla aynı yaştaki annemi kaybetmiştim.
Bir annenin kaybı elbette yeri dolmaz bir acı…

Fakat, şundan çok emin olarak söylüyorum ki; S. Ahmet Arvasi’nin, hele ki o yaştaki (56) kaybı, Türk fikir dünyamız ve Türk milliyetçiliği için, bir anne kaybetmekten daha önemlidir!
 
 
…………………….
  ÖNEMLİ BİR İLAVE:                               

Ben bu hatırayı yazdıktan sonra önemli bir gelişme oldu.
Önceki yazdıklarıma şimdi bir kaç cümle daha ilave ediyorum.
Sizler de şu anda, henüz başka hiçbir yerde yazılmamış ve anlatılmamış satırlar okuyacakınız.


Bir kaç saat önce, çok sevdiğim ağabeylerimden birinin hanımı olan bir ablam, beni aradı:

 

"Yazılarını okuyorum. Son olarak Seyyid Ahmet Arvasi hakkında yazdıklarını da okudum, dedi… Fakat düzeltmen gereken bir kaç nokta var…"

Uzun uzun ve tekrar tekrar konuştuk.
Çünkü rahmetli Arvasi hocanın son ânını, hatta son nefesini verişini gören iki kişiden biriydi. 
Ayrıca anlattıklarından, hem benim ve hem de pek çok seveninin bilmediği veya yanlış bildiği şeyler olduğunu da anladım.
 
İsmini zikretmemi istemeyen, yetmişbir yaşındaki bu kıymetli ablamdan şunları dinledim:
 
"Gece değildi, gündüzdü.
Ve saat 10.45’ti…
Öğlen yemeği için kızımla birlikte ıspanak ayıklıyorduk.
Kapının zili çaldı. Kim o diye sorularıma hiç cevap alamadık. Kapıyı açtığımda kimse yoktu.
Fakat (aynı katta ve duvar duvara olduğumuz için) karşıdaki komşunun kapısına vuran ışıktan, onların kapısının açık olduğunu anladım…
Bir şey olduğunu anlayıp koştum: Ahmet beyin başı hanımının kolları üzerindeydi.
Hanımı bana: "Doktor Suat beyi arar mısın" dedi.
O sıra gözlüklerini ve ağzından dişlerini aldı.
Ve ben o anda, göğsünden derin bir solukla son nefesini verdiğine şahit oldum…

Hanımı öyle istediği için, doktora haber vermek için eve koştum ve telefon açtım.
Hemen yan apartmandaki doktor Suat Selçuk koşarak geldi. 

Ve; yapılacak bir şey kalmadığını, söyledi.
 
Vefat ettiği sıra çalışıyormuş.
Ansiklopediden bir şey bakmak için kalkmış.
Yazı masası ile kütüphanenin arasında, raftan ansiklopedi alırken düşmüş…
Yazdığı yazı daktiloda takılı vaziyetteydi…
 
Vefatına sadece hanımı ile ikimiz şahit olduk. 
Kızı bile göremedi, çünkü beş dakika önce babası dışarıya bir yere göndermiş. Az sonra haber alıp koşarak eve geldiğinde, Ahmet abi zaten üzerinde örtü ile yerde yatıyordu…
 
 
Cenazesi yıkandı ve 31 Aralık gününün (yılbaşı) gecesi, Erenköy’deki bizim A Blokun mescidinde kaldı.
 
O gün eve önemli bir misafir (E.G.) abiler gelecekmiş. Hanımı da yemek için tam sarma yapıyormuş.
Vefat edince onu bana verdi ve; şunları sen pişir de cenazeye gelenler yesin, dedi.
Hatta; "kime niyet kime kısmet" diye konuştuk…
 
Allahü teala şefaatlerine kavuştursun.
Dediğin gibi gün geçtikçe kıymeti artan, çok kıymetli insanlardandı…
 

..diye anlattı.
 

…..
(Bazı insanlar, kendi ailesi kadar toplum tarafından da sahiplenilir ve hatırlanırlar…
Bu yüzden detay, teferruat gibi görülebilen şeyler bile önemli olabilir…
Yenibilgiler öğrenirsek tekrar sizlerle paylaşırız… M.E.)

 

22 yorum

  1. Allahu teala mekanını cennet-i ala eylesin! Şefaatine kavuşmak ümidiyle…
    Gazanfer Şahin

  2. Allahü Teala rahmet eylesin, şefaatlerine nail eylesin. Vefat ettiği 31 Aralık günü ben ve birkaç abimiz abone çalışması yapıyorduk. O zaman açı haberi duyunca bizlerde donduk kaldık. Her canlı ölümü tadacak, inşallah son nefeste imanla ölenler arasında yer alırız. Merhum Seyyid Ahmet Arvasi abiden ülkücülüğün ne olduğunu, ülkücü nasıl olmalı olduğu öğrendik. Ehli Sünneti öğrendik, gazetemizi tanıdık. Cenabı Hak sevenlerine sabırlar ihsan eylesin.
    Halil Uygun
    (Belçika)

  3. Türkiye Gazetesi’nde akşamları çalışıyordum Yazı İşleri’nde. Her akşam işe gelince gazeteyi baştan sona okurduk. Yanlışlık varsa düzeltilsin diye. Ahmet Arvasi’nin yazısını okurken hata değil ama başka türlü de anlaşılabilecek bir ibare gördüm. Hemen Erenköy’deki evini aradım. Ahmet Arvasi Bey’e durumu anlattım. Hiç duraksamadan, haklısınız dedi. Sizin dediğiniz gibi değiştirelim lütfen diye ekledi. Hayırlı geceler temennisiyle kapattım telefonu. Yazıyı da değiştirdim. Ertesi gün işe geldiğimde kapıda Servet Kabaklı’yı gördüm. Ağlıyordu. Beni görünce, Ahmet Arvasi Hoca’yı kaybettik dedi. İnanamadım. Nasıl inananayım ki, daha ne kadar oldu ki görüşeli? Sesi hâlâ kulaklarımda… Ama ölüm böyle bir şeymiş demek. Bir varmış, bir yokmuş…
    ***
    Aradan 24 sene geçtikten sonra bana da sevgili Muammer Erkul’un sayesinde burada anlatmak kısmetmiş demek ki. Allah mekanını cennet etsin, bizi de şefaatine kavuştursun. Amin…

    İSMAİL SEFA

  4. Bu yazıyı bekliyordum.
    Dün gece geçti içimden…
    Yarın Abim o günle ilgili hatırasını yazacaktır diye. Yüreğine sağlık

    Allah u Teala şefaatlerine kavuştursun. Bizlere Muammer Erkul’u emanet bırakan muhterem annemize de Fatihalar, dualar olsun.

    Onlar bu dünyaya geliş gayelerini gidecekleri noktayı çok iyi biliyordu da…
    Bizler ne kaybettiklerimizi biliyoruz…
    Hâlâ hiçbir öğretmenin diplomasında Seyyid Ahmed Arvasi Fakültesi mezunudur yazmaz…
    Hâlâ hiçbir ilim adamına Seyyid Ahmed Arvasi Enstitüsü’nde araştırma yapma imkanı verilmemiştir.
    Hâlâ hiçbir liseli fidanın dallarının meyveye durması için tercih edeceği bir Seyyid Ahmed Arvasi Üniversitesi bulunmamakta…
    ?????

    M.M.Tamer

  5. Allah rahmet eylesin Ahmet amcama ve Annenize Muammer abi, Hatice Halam (Seyyid Ahmet Arvasi’nin Eşi) ölümünü anlatmıştı. Babamı kaybettiğim Yıl…
    Diğdem Sultan

  6. Author

    Annemin ismi de Hatice’dir.
    Ben onun altıncı doğumu ve büyüyebilmiş 4’üncü evladıyım.
    Aynı senenin Nisan ayında yine onunla aynı yaşta iken vefat etti.
    Bir Ramazan sabahı erkenden (20 Nisan’dı) babam aradı: Sahurda fenalaşmış. 22’sinde de vefat etti ve sonraki gün kabre bıraktık.

    Fakat Diğdem, biliyor musun ki; şimdi artık senin için bir vazifedir “sana anlatılanları” bize de anlatmak!
    Lütfen buraya yaz yazabildiğin kadar.
    Edebiyat gailesi çekmeden, içinden geldiği gibi, rahat rahat anlat.

    Kasalarda saklanmış, gün ışığına çıkmamış hazineler gibi olmasın;
    Zihinlerde saklı kalmak yerine sevenleriyle buluşsun böyle hatıralar.
    Bizi kırmayacağını ümit ediyoruz.
    Bekliyoruz.

    M:)

  7. Author

    Kardeşim Mustafa Metin Tamer’e…

    O dediğin, sensin işte, kendinsin!
    Rabbim nasip eylesin, dünya gözüyle de görelim…
    İnşaallah, Cennette göreceğiz ki;
    (Bu büyük ve üzerine nurlar yağan bina, Sela’dan doğma Mustafa Metin’in dünyada iken “temiz gençler yetişsin” niyetiyle inşa ettiği ve “Seyyid Ahmet Arvasi” ismini verdiği eğitim kurumudur) diyecekler…
    İster yurt olsun bu, ister kütüphane, isterse bir fakülte…
    Kızılelmalar bir tane değil ki!
    M:)

  8. Author

    Sevgili İsmail Sefa, ne kadar kıymetli bir not yazmışsın…
    İyi ki yazmışsın…
    Bazı hatıraların ortaya çıkması ne kadar önemli.
    M:)

  9. Ne mutlu o Güzel insanı tanıyan ve seven insanlara…
    Ruhu şad ve mekanı cennet olsun. Bizler de şefaatlerine nail ollalım inşallah.
    Melike

  10. Seyyid Ahmet Arvâsi: bir karakter âbidesi… Omurgası eritilmiş, sürüngene çevrilmiş bir milletin omurgalarından… O kürsüde konuşma fotoğrafları yok mu; sanki elinde süngüsü, cenk meydanında at koşturan bir cengaver!.. O mütebessim fotoğrafları ise ne kadar da sıcak ve tatlı… Fotoğraf ve anlatılanlarla bilmeye çalışıyorum… Ama deli gibi seviyorum o insan güzelini… Seviyorum sözümün liyakatine kavuştursun Mevlam… Mekânı cennet, derecesi âlâ olsun; bir kez daha, bin kez daha…
    Hicran Seçkin

  11. Muammer Abimin ricası üzerine yazıyorum.

    Hafızamı toparlamam gerekli, Babamı 16 kasım 2006 da kaybettim. Babamın Halası Hatice halam ziyarete geldiler ve anlattılar. Dedelerimden, babamın küçüklüğünden bahsedilen anılar hep ilgimi çeker. Severek dinlerim. Ama insan babasını kaybedince… anlatılanlar biraz yarım gidiyor hafızaya.

    Aklımda kalanlar. Hatice Halam seyyidlerin ölüm anlarında çok zayıfladığını söyledi. Benim babam tam 16 kilo verdi 1 ayda ve hissediyordu. Babam beni çağırıyor derdi… Seyyid Ahmet amcam da çok zayıflamış. Ve dedem de ve diğer ailenin seyyid erkekleri…(dedemin ölümü öyle güzeldir ki oda bir anlatılasıdır..)

    Ahmet amcam Hatice halamı tembihlemiş önceden, ölüm anımda sandalyede olabilirim. Oradan düştüğümde gözümden gözlüklerimi çıkar, demiş.
    Seyyidler hissederler ölüm anları nasıl olacağı onlara malum olur. Babam da diyordu. Ama insan sevdiğini kaybetmeyi yediremiyor işte… “Öyle deme baba sen daha yaşayacaksın” diyordum…

    Ve Ahmet amcam aynı anlattığı gibi vefat etti.
    Daktilosunun başında yere düştü. Hatice halam yanına geldi. Dediği gibi gözlüklerini çıkardı ve kucağında son nefesini verdi.

    Dahası anlatıldı. Ama o anda aklımda hep babam olduğu için hatırlamıyorum. Büyüklerimden tekrar dinlersem daha çok anlatırım inşallah…

    Muammer abi dualarımda senin anneni de unutmam bundan sonra inşallah…

    Diğdem Sultan

  12. Muammer abi;

    İnan ki eklenen yorumları okuduğum zaman gözyaşlarını hakim olamıyorum. Ölümden kurtuluş yok, o büyüklere sevmek, mübarekleri, efendi hazretlerini velhasıl E… abimizi sevmek ve onlar tarafından sevilmek ne kadar mutluluk vericidir. O mübarek Seyyidleri sevmek, tanımak ne mübarek. Allahü Teala bizleri Ehli Sünnet itikadından ayırmasın ve peki efendim diyenlerden eylesin.
    Halil

  13. Bu mübarek zata Allah-u Tealanın Şefaat yetkisi verdiğini hangi mübarek zaat söylemiş? gerçekten fitne olsun diye yazmıyorum şefaat yetkisini kim veriyor cennetle kim müjdeliyor bu insanları bilgilendirirseniz çok memnun olur bende sizin gibi belki huzuru bulurum.
    Ahmet

  14. Author

    Çok, çok, çok güzel bir soru bu…
    Ve bütün cevaplar soruların ardında.
    Haydi bakalım, Ahmet kardeşin sorusunun cevabını bilenler link yapıştırsın buraya ki bilmeyenler öğrenelim.
    M:)

  15. O gece birileri nerelerde ne yaparken; Seyyid Ahmet Arvasi odasinda belki de neyin nasil olmasini gerektigi yaziyordu…
    Ve 24 yil sonra; ayni gece yine birileri bir yerlerde bir seyler yaparken; Muammer Erkul, Seyyid Ahmet Arvasi`yi hasretle, sukranla, umutla yaziyordu.
    Ve yine birileri, sagliginda yazdiklarina hurmeten; hassaten o an, ruhuna Yasinler, Fatihalar okuyordu.
    Sevilen ve sevenler yillar farkli olsa da ayni zamanlarda bulustuklari gibi ya da boyle bir yerde bulustuklari gibi yarin oyle bir gunde de oyle bir yerde bulusamazlar mi?

    Yarim kalan, yetim kalan o yazi neydi? Bir kitabin yazilabilinen son kismi miydi; yoksa bir makalenin yazilan ilk kismi mi? Icerigi neydi, icindeki neydi? Bilen, duyan, okuyan… Peki ya paylasacak olan 🙂

    Bu linkteki muhteva soruya binaen okunabilinir.
    http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1698

    Irfan.

  16. Link yapıştırma işini inşallah başka arkadaşlar yaparlar. Ama bu konu Ehl-i beyt sevgisiyle alakalı Ahmet kardeş. Ehl-i beyti sevenler onların kimler olduğunu, neden sevilmeleri gerektiğini ve hatta bir noktada imanın bile bu sevgiye bağlı olduğunu iyi bilirler. İsmin de pek güzelmiş, “Ahmet”. Bu ismi sana kim koyduysa ona sor bakalım niye çalı-çırpı, çiçek-böcek koymamış da bu ismi seçmiş? Yahut dededen intikal etme gibi falan bir mecburiyet olmuşsa eger, o dedenin adı niye öyle konmuş? Bi ufak araştırma yapıver, cevaba ulaşırsın inşallah.
    Hicran Seçkin

  17. (devamı)
    Bir de; bazı insanların, bazı sebep ve belirtilerden dolayı şehit olduğuna “hüsn-i zan” edilir ve şefaati talep edilir sevenleri tarafından. Bunlar da yine sevmek ve inanmakla alakalı. İnanmayan ve sevmeyen insana kırk bin senetle delil getirsen yine de kâr etmez. O da inanmamak için kırk bin yalan sebep bulur kendine. Buraya kadar gelip bu soruyu sormuşsun, cevabına da kavuşup hep buralarda kalırsın inşallah.
    Beni de Seyyid Ahmet Arvasi hocamızın şefaatinden mahrum etmesin Allahü teala… Amin.
    Hicran Seçkin

  18. Author

    Şöyle okumuştum:
    Uygun olmayan birine bile “Allah razı olsun” denir. Çünkü bu söz (Allah seni razı olduğu hale getirsin) demektir.

    “Allahü teala beni sizlerin şefaatine kavuştursun” da diyebilirim.
    Bu da; “siz öyle bir yükselin ki, bana da şefaat edin” anlamına da gelir…

    Seyyid Ahmet Arvasi ise hem çok kıymetli bir fakülte hocasıydı ve hem de zaten seyyid yani Evlâd-ı Resûl idi…
    Ondan şefaat beklenmesi kadar normal ne olabilir ki?

    Şefaatin ne olduğuna da kolay bir örnek versek iyi olacak:
    Misal ki büyük bir ziyafet var. Herkes oraya gelmek istiyor, sarayın kapısı hıncahınç insan dolmuş…
    Siz, içeridesiniz ve sevdiklerinizden bir kısmının dışarıda kalmasına dayanamıyorsunuz.
    O zaman deniyor ki size:
    -Bak bakalım, kapının önünde tanıdığın bildiğin, eşinden dostundan kimse varsa göster de içeri alalım. Şu kadar sayıda kişi için (imtiyazını kullanma) hakkın var…
    Bakıyorsun ve görüp seçtiklerini çağırıp ziyafete alıyorsun.

    Ya da, bir önemli oyun sahnelenecek…
    Biletlerinden sana da bir miktar vermişler ve bunları istediğin kimselere ver, demişler…

    Tam burada şu notu da söylemek lazım: “Teşbihte hata olmaz” demişler…
    Dünyadan verilen benzetmeler, örnekler, sadece “anlaşılsın” diyedir.
    Basit dünya işleriyle ahiret işlerini kıyaslamak zaten mümkün değildir.

    Bir not daha yazayım:
    Bazı ölüler vardır ki törenlerle, şa’şaalarla giderler ama üzerilerine iki kürek toprak atıldığında bütün parıltıları söner!
    Bazıları ise sessizce vefat etse bile geçen her gün sanki onları biraz daha öne çıkarır, her yıl sanki onlar tekrar tekrar dünya gelmiş gibi te’sirleri artar ve gönüller onların sevgileriyle dolar taşar.

    İşte bu gözle bakınca da, Seyyid Ahmet Arvasi hocanın nasıl bir yıldız gibi parıldadığını görmemek mümkün mü?

    Vesselam
    M:)

  19. Konu burada bu kadar açılmışken, merhum Ahmed Arvasi hocamızın kısacık ama EZBERLENMESİ LAZIM GELEN bir yazısını eklemek istedim:
    ——————————-
    (Bu Oyunlara Gelinmemelidir)
    “Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak, onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ, sanki bir insan, hem dindar, hem milliyetçi, hem medeniyetçi olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan çatışan güçler meydana getirir. Bu oyunlarını, o kadar ustaca plânlarlar ki, tertiplerini anlamak için bazen olayların üzerinden elli veya yüz yıl geçmesi gerekir.” “O hâlde, Türk milliyetçisine düşen iş, bütün varlığı ile bu oyunu bozmak olmalıdır. Bu ülkede, sunî olarak güya Türkçü ve güya İslamcı cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına, bir Müslüman Türk olarak ve tarihine yaraşır biçimde çıkmalıdır. Bunun için, Türk-İslâm kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine,
    Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslâm aşk ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslâmiyet’i ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, dünya Türklüğü’nün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çâremiz yoktur.”
    Seyyid Ahmet ARVASİ

  20. Author

    ÖNEMLİ BİR NOT:
    S. Ahmet Arvasi’nin babasının ismi de Abdülhakim idi ama meşhur alim ve Necip Fazıl’ın da hocası olan Seyyid Abdülhakim Efendi hazretleriyle aynı kişi değildi. Fakat babasına, “Abdülhakim” ismini veren de yine Abdülhakim Efendi idi, kendi ismini koymuştu.
    Yukarıda, yazının altındaki linkte bu konuda bilgi eklendi.

  21. “Yazı masası ile kütüphanenin arasında, raftan ansiklopedi alırken düşmüş…
    Yazdığı yazı daktiloda takılı vaziyetteydi…”
    Teyzenin anlattıklarını okuyunca hatırladım. Bir yerden düşmüştü, ayaktayken düşmüş mübarek amcam benim…

    Amca diyorum ben çünkü Seyyid Ahmet Amcamın babası Seyyid Abdülhakim Arvasi’nin (rahmetullahı aleyh) kardeşi benim Dedem’in Babası Seyyid Abdülkadir rahmetullahi aleyh’dir. Benim dedem ve Ahmet amcam, amca çocuklarıdır. Muammer abinin yazdığı önemli nottaki gibi Büyük veli Abdülhakim-i Arvasi hazretleri değildir. İsmini Onun koyduğunu bilmiyordum. Öğrenmiş oldum Allah razı olsun.

    Diğdem

  22. ÜSTADLA NASIL TANIŞTIM
    “Ailece Erzurum’da oturuyorduk. Ben ortaokul son sınıfta idim. Evimiz misafirsiz kalmazdı. Akraba, eş ve dostumuz az değildi. Bir gün evimize enterasan bir misafir geldi. Bu, Piyade Albay Hilmi Acar isminde bir zattı. Babamla tanışıyorlarmış, kucaklaştılar ve misafir odasına girdiler. Ben de arkalarından gittim. Evimizde ilk defa resmi kıyafetli bir albay misafir oturuyordu. Üstelik dindardı da. Nitekim oturur oturmaz, şapkasını çıkarıp sehpaya attı, başına takkesini geçirdi. Ben, o anda, dünyanın en olağanüstü bir olayı ile karşılaşmış gibi şaşkınım ve misafir albayı hayranlıkla seyrediyordum.

    Misafir albay, bir ara benimle ilgilendi. Nerede okuduğumu, hangi kitap ve gazeteleri takip ettiğimi sordu. Bir şeyler anlattım. Misafir albay, okuduklarımı kâfi bulmadı, hatta bazı zararlarını dedi. Sonra cebinden iki adet 25 kurşluk çıkardı ve şunları söyledi: ”Hemen şimdi şu gazete bayine gideceksin, verdiğim bu 50 kuruşla bir adet Byük Doğu ile bir adet Ehl-i Sünnet dergisi alıp döneceksin”. Baş üstüne diyerek gittim, istediği dergileri aldım. Bunun üzerine misafir albay: ”Bunları sana hediye ediyorum. Artık her hafta kendin alırsın” dedi. Gerçekten dediği gibi oldu. Bu iki dergiyi yayınladıkları sürece, asla bırakmadım, daha doğrusu bırakamadım. Üstâd Necip Fazıl Kısakürek ve Abdürrahîm Zapsu Beyler’le ilk defa böyle tanıştım.” (10)
    …..
    (10) Arvasi, ”Ölümünün 5. Yılında Necip Fazıl Bey”, Hasbihal, C.5, Burak Yayınevi, İstanbul, 1991, s. 220. Sayfa

    Mehmet Erkul

Diğdem Sultan için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir