Birazcık “Beyaz”lık! [20 Eylül 2000 Çarşamba]

Birazcık “Beyaz”lık!

Bana sorsa eğer Beyaz; “Şu esprilerin hangisini yapayım?” diye, söyleyeceğim ve burda da satır atlamadan yayınlayacağım sizlere. Ardından da diyeceğim ki: Oooohh!..
İşte bu benim “ohh” deyişimi, daha doğrusu diyecek oluşumu duyuyor ki adam, mikrofonu kaptı mı; nokta nokta nokta!…
Yani benim burda size aktaramayacağım ne kadar laf gelirse aklına, ediyor…
…..
Ama yine de bunların arasından seçtim… Seçtim de denmez ya “temizledim” bazılarını… Şemsiyenizi açıp, fırlattığı tükürüklerinden korunmaya çalışarak okuyun bakalım…

Bizde, diyor Beyaz… Yaş 18’e gelince Bodrum’a, Marmaris’e gidilir.
NİYET BELLİ!
Ben de “o niyet”le Marmaris’e gitmiştim. Orda bir turist kıza sordum;
“Would you like you to swim with me baby?” diye.
Bu cümleyi kurana kadar da canım çıktı.
Kız bana; “Thank you” demez mi?.. Yahu ben onca yıldır İngilizceyi bu “Thank you” için mi öğrendim?

Biz turiste yardımcı olabilmek için elimizden geleni yaparız.
Ancak bizde yabancı dil yüksek sesle konuşulur.
Mesela bir turist Marmaris’e nasıl gidileceğini soruyor.
“Şurdan, şurdan…” diye cevap veriyor bizimkisi. Turist anlamıyor, bizimki sesini yükseltiyor:
“Şurdan, şurdaaan…” Turist yine anlamayınca, bizimki bağırmaya başlıyor:
“Şurdaaan, şurdaaaan…” Turist korkuyor, anlamış gibi yapıp bir daha soramıyor.

Geçenlerde 15 yıldır görmediğim dedem İstanbul’a yanımıza geldi.
Pencereden bakıp bakıp soruyor: “Oğlum Beyazıt bu geçen kim, oğlum Beyazıt şu giden kim?” diye.
“Yaa, nerden taniim dede” diyorum, bana kızıyor:
“Oğlum kaç senedir İstanbul’dasın, nasıl tanımazsın?”

Hadi bakalım, kimse kıpkırmızı veya mosmor olmadan “bu kadar beyazlık yeter” diyelim, olur mu?..

———————————————————

Her eve bir köpek (!)

(Hani, dinleyenler için, “kimin anlattığı pek de önemli olmayan” hikâyeler vardır ya… Bu da aynen onlardan biri işte… Hatta; “Kimden dinlediğimi ben de hatırlamıyorum” diyeyim de, tam rahatlayın ve öyle okuyun aşağıdaki satırları.)
Nurdan’ın ev arkadaşı Ayşe var ya. Ebru da onun arkadaşı…
Geçenlerde (geçen ayın içinde) Zeytinburnu’ndaki bir sokakta yürürken pis, pasaklı, ufak; orda kenarda ööylece duran bir hayvan görüyor…
Kızcağız bu köpeğe acıyor ve alıp evine götürüyor. Yıkayıp temizliyor, yedirip içiriyor, sevip okşuyor. Ertesi gün hatırı sayılır bir paraya kıyarak bir tasma alıyor ve gezdirmeye bile başlıyor.

Günler böyle güzel güzel geçerken bir arkadaşına ziyarete gidiyorlar.
Ama kızcağız, huyunu suyunu (henüz) pek iyi bilmediği yeni köpeğinin, bu evdeki kediye nasıl bir tepki vereceğini bilmediğinden, ikisini de ayrı odalara koyuyorlar. Kendileri de gönüllerince sohbete, müziğe, televizyona dalıyorlar…
Ve sonunda saat gitme vaktini gösteriyor…

Dışarı çıkarmak için köpeğin bulunduğu odaya gidiyorlar, ama bakıyorlar ki hayvan ortalıkta yok… Ardından kediyi kapattıkları odaya giriyorlar…
Ama…
Görüyorlar ki…
Kedi…
Kelimenin tam manasıyla…
Paramparça…
Bütün oda kan revan içinde…
Yıkılabilecek ne varsa yerde…
Kedinin kafası zaten hiç ortada yok…
Kuyruğu kopuk halde eşiğin önünde…
“Uysal köpek” ise kanepenin üstünde sakin sakin oturuyor…
Kız bağırıp çağırıyor ama köpekte hiiç ses seda yok..
Olay o günlüğüne, bir odanın içine yayılmış olan kedi kanlarını temizledikten sonra geçiyor geçmesine ama, kafalarının içine giren kurt gitmiyor bir türlü…
Fakat, ertesi gün tekrar buluşup köpeği veterinere götürdüklerinde duyduklarıyla adeta akılları başlarından gidiyor!..

Veteriner de zaten şaşkınlık içinde ve inanamaz bir halde soruyor:
“Bu kaç gündür sizde duruyor?
Hiç kimseyi ısırdı mı?
Hiç havlamadı şimdiye kadar, öyle değil mi?..”

Derken hayvanı usulca bir kafese kapatıp, üzerinde “Çok Zehirli” uyarısı bulunan birşeyler hazırlamaya başlıyor. Kız; “N’apıyorsunuz” falan derken, doktor ciddiyetle ve kararlı bir ifadeyle:
“Hanımefendi, diyor…
Siz bir haftadan fazla zamandır çok nadir görülen bir tür fareyi beslemişsiniz…
Bu hayvan, köpeğe en çok benzeyen yaratık olmakla ve inanılmaz derecedeki yırtıcılığıyla ünlü jardon (yanlış duymuş olabilirim) faresidir…
Gece sizi yemeye teşebbüs etmediğine şükredin!..

Günlerce bu fareyi yıkamış, kurutmuş, sevmiş, kucaklamış, okşamış, hatta gezdirmiş ve misafirliklere bile götürmüş olan bu kızcağız; daha veteriner hekimin yanında bir kere kendini kaybediyor zaten, ve o gün bugündür kesinlikle yalnız kalamıyor… Ve sinirleri için tedavi görüyor…
…muş.
…..
Acaba siz olsaydınız ne yapardınız?..

“Her odaya bir televizyon” kampanyalarının ardından (neredeyse başlamak üzere olan); “Her eve bir köpek” saçmalığı, galiba buna benzer daha bir çok hikâye duyuracağa benziyor bize, değil mi?..


Stop

Muammer Erkul
20 Eylül 2000 Çarşamba

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir