Büyümek; küçülmektir aslında!.. [05 Ekim 2001 Cuma]

Dünkü yazımızın son satırı: Yontulacak adam kovalayanlar yontulmamışlardır!
…………………………….
…mektup:
“Bence siz bizi her gün biraz yontuyorsunuz, şimdi bu demek midir ki M. Erkul yontulmamıştır? Gerçi biz sizi kovalıyoruz, ama yine de anlam veremedim.”
Muhittin-Tarsus
……………………………..
Cevap: Yazanını henüz tanımadığım bir mektubun bana hatırlattıklarına, yine hiç tanımadığım bir dost anlam veremiyor!.. Halbuki aynalara, veya içimdeki kuyulara her bakışımda tüylerim dimdik oluyor ki; ben kiim, yontulacak insan aramak kim?..
……
Yukardaki satırlarının bir cümlesi doğruydu; “M. Erkul yontulmamıştır.” Evet, henüz yontulmamıştır, çünkü henüz hayattadır; Funda gibi, Funda’yı kızdıranlar gibi, senin gibi ve bu yazışmamızı okuyanlar gibi…
Kendisine bağışlanmış “yontulma süresi” bittiği zaman; yani paketlenip postalandığı zaman karar verilecek yeterince yontulup yontulmadığına…
Ve ona göre de hükmü verilecek!.. 

Bir insan, nasıl söyleyebilir ki yontulmasının bitmiş olduğunu?..
Kim şöyle diyebilir ki; “Öğrenecek hiçbir şey kalmadı… Verilecek selam, edilecek tebessüm, yapılacak iyilik kalmadı!..”
Dağdan kopmuş koca bir hantal kaya, minicik bir kum tanesine dönüşüp, denizin sahilinde kendini dalgalara teslim etmeden, nasıl söyleyebilir “inecek” mesafesi kalmadığını?..
…..
Veya, yoksa zanneden mi var; İnsanların yaşı ilerledikçe “büyüdüğünü?..” 

İnsanlar, sivri dağlardan kopmuş koca birer hantal kaya gibi; her yıl, her ay, her gün ve her an biraz daha inmekteyseler aşağı…
Yaşlanmak; sürüklenmeyi seçtiği dere yatağında, başını vurduğu sıkıntlar arasında yol almaktır…
Olgunlaşmak; ufalanmaktır!..
…..
Bütün bebekler “her gördüklerinin sahibi” olduklarını sanırlar.
Çocuklar; bazı şeylerin “kendi malları olamayabileceğini” farkettikleri için ağlarlar öyle feryat figan!..
Ama asıl büyümek; kendinin bile sahibi olamadığını idrak etmektir…
Büyümek; küçülmektir aslında!..
Aynı sepete toplanmak(!)
Sen ve ben arasındaki benzerlik ve ortak yan ise; aynı çatı altında, veya aynı kabın içinde toplanmamızdır…
Çilek de meyvedir ceviz de; ama aynı cebe konulur mu?..
Koyun da şeklen kurda benzer; ama aynı odaya sokulur mu?.. 

Bunca lafın ardından dünkü yazımızı özetleyelim haydi:
Baktığında, dinlediğinde, konuştuğunda canını sıkacak insanlarla ilgilenme… Çünkü onlar da senin gibi “emanet zamanlarını” tüketmekteler!.. Sen elinden geldiğince unut diğerlerini ve önce kendinle uğraş… Diğerlerinin yoluna bakmadan evvel kendi basacağın yere dikkat et… Binlerce kişiye dikkatini dağıtıp parçalanma… Bunun yanında, önce bir tek kişiden…
Önce kendinden mesul olman ne büyük müjde, öyle değil mi?..
Biraz da tıraş(!)
O yıllarda… Eğer yolunu şaşırmış bir kıl, suratımızın herhangi bir noktasında peyda olabilseydi… Hiç kuşkusuz, iki avucumuzu bir tas gibi üstüne kapatıp; güneşten, rüzgârdan ve de haset edebileceklerin şerrinden kaçırdık… Ve dooğru berber Murat amcanın dükkanına yetiştirirdik kılımızı!..
Çünkü o, bizim saçımızı keserken (henüz çıkmamış) bıyıklarımızı “buralım diye” kesmediğini söyler, bizim yaşımızdaki çocuklara gerçekten büyük insanlarmışız gibi, ve de hatta sanki mühim şahsiyetlermişiz gibi davranırdı…
Sonucunda o bizim hangi sokakta oturduğumuzu bile bilmezdi, ama bizler, onun (Pazar günleri “dan dun” eden) kilise yokuşundaki dükkanının saat kaçta açılıp kaçta kapandığını, ilk çayını ne zaman içtiğini, kaçımızın birden dükkanda durmamızdan hoşlandığını, hangi çekmecesinde hangi tarağın bulunduğunu… Bizimle sohbet edip bir yandan da saçımızı keserken, hangi parmağının nasıl bir temasıyla başımızı hangi yöne döndürüp ve ne kadar eğeceğimizi bile bilirdik!.. 

Bir de (şimdi adını unuttuğum) bir öğretmen vardı okulda… Başka sınıfların dersine girerdi aslında. Ama her zaman cebinde küçük bir makas taşır, gözü her zaman her birimizin tepesinde dolaşırdı… Elinden kaçabilenleri ise beller, İstiklal Marşı okumak için sıra olduğumuz zaman gelir, hazırol vaziyette iken tutar, ya başının yan tarafından, ya tepesinin üstünden, ya da (sanki herkes görsün diye) arkasından, kel gibi yapıncaya kadar kırpıp keserdi!.. 

Biri öğretmendi bunların, diğeri değil… Ama sadece biri konuşurdu bizimle ve bize öğretirdi…
Biri kovalardı biz kaçardık… Diğeri bekler ve geldiğimiz zaman sadece tebessüm ederdi. Biz gene, gene, gene gelirdik!..
…..
Şimdi bunların “yontulacak adam kovalayanlar” ile bir bağlantısı var mı?..
Belki var, belki yok; bilmiyorum… Bildiğim şu ki;
Mahir arılar “çalıdan” bile bal taşıyor peteklerine!

Stop
Muammer Erkul
05 Ekim 2001 Cuma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir