Canlar ve patlıcanlar (!) [20 Nisan 2000 Perşembe]

Canlar ve patlıcanlar (!)

Bizi hasta eden kim? Geçen Cumartesi günü yayınladığımız ve milletler ile devletlerin arasındaki bariz karakter farklılıklarından bahseden “Karakterimizin tahlili” isimli yazımızda bir cümle geçmişti.
“Bu ülkenin başına gelmiş en büyük musibet” denmişti bazı televizyon kanalları için…
Ve aynı yazıda Türk toplumunun psikolojisinden bahsedilmişti.
Taksim hadiselerinde bu iki gerçek de “bir kere daha” çıkmıştır ortaya.
Hatırlayın (ki zaten kafanıza kazındı) Ebru Gündeş’in beyin kanaması geçirdiği anı… Sabah kahvaltısından gece yarılarına kadar günde ikiyüzelli milyon kere (!) gösterile gösterile aynı manzara… Ve sanatçının “düşüşünün” kaçıncı santimine, söylediği şarkının hangi notasının denk geldiğini bile ayırdedecek kadar kafamıza çakıla çakıla her kare… Yedi yaşından yetmiş yaşına kadar HEPİMİZ HASTA olmadık mı? Hastaneler “beyin kanaması şüphesi ile” dolup taşmadı mı?.. Doktorlar buna “Ebru Gündeş hastalığı” ismini koymadı mı?..
Uzatmaya lüzum yok. Taksim hadiselerinde de benzeri oldu işte.
Yerde kanlar içinde yatan holiganın görüntüleri (sanki İngiltere’nin talimatıymış gibi) öyle bir verildi ki, yediden yetmişyediye her Türk kendini “AYNI KİŞİYE 25 BIÇAK SAPLAMIŞ BİR KATİL” olarak görmeye başladı!..
“Ben sporseverim eşittir katilim!.. Ben Galatasaray’lıyım, eşittir katilim!.. Ben Türk’üm, eşittir katilim!..” psikolojisiyle kıvranmaya başladı herkes (!)..
Ve herkes… Ama İstiklal Caddesi’ndeki çaycı çırağından, Büyük Millet Meclisi’ndeki sandalye sahiplerine kadar her Türk (damarlarındaki kanın bariz özelliklerinden dolayı) sustu kaldı.
Tipik, adam öldürmüş bir insanımız gibi kendini savunmaya bile gerek görmeden, derin bir teslimiyet içinde, boş gözlerle “bazı kanallara” bakmaya başladı…
İşte bu psikoloji bunca zamanı kaybettirdi zaten bize… O boşlukta köprülerin altından nice sular geçti.
Ve bazı kanallar, (sanki İngilizlerin maşasıymışlar gibi) kalbimize, ticari ve siyasi geleceğimize binlerce bıçak soktu…
Şimdi çıkar hadi, çıkarabilirsen.

Öfkeli yazılarım bunun içindi işte.
Akşam eve dönerken yolu kesilen bir babanın;
“Kes ulan… Çocuğumun sana verdiği zarar ne ise buyur, bedelini ödüyorum… Hesabını ise birazdan ben ondan sorarım…” demesi gibi bir yürekli tavır gerekiyordu.
Çünkü eğrisiyle doğrusuyla bu çocuk senin çocuğun, senin kanını taşıyor ve “SENİN TERBİYENLE” yetişmiş!..
Öyleyse durumu kullanmaya çalışan mahallelinin carcarlarına pabuç bırakmamalıydık…

Öcal Uluç ağabeyimiz o günkü yazısında benim sormayı akıl edemediğim soruları sormuştu. “Tam isabet” demiştim…
Diyordu ki;
“Her maç çetesi yakalandığında ekranlara aksettirilen suç aletleri nerede?..
Gerektiğinde yatak odalarına bile girerek olayı aydınlatan medya nerede?
Yakılan bayrağımın arta kalan parçaları, dövülmüş ihtiyarlar, saldırıya uğrayanlar, üzerinde holiganların parmak izi olan bıçaklar nerede?.. Bunları ekrana getirip dünyaya göstermek o kadar mı zor?..”
Belli ki bunlar bazı televizyon kanallarının aklına bile gelmedi hâlâ… Veya işin içinde başka dolaplar dönmekte!

Allah’ın izniyle şu İngiliz lağımından bir çıkalım, şu turu bir atlayalım daha konuşulacak çok şey var.

Gelelim “patlıcan”lara (!)
Yemin ederim, benim bile haberim olmadı geçen güne kadar. Çünkü bazı gazetelerin İstanbul içi baskılarında geçmişti haber, bazılarında ise hiç kullanılmamıştı. Televizyonlarda ise “haber değeri” taşısaydı, zaten bütün millet konuşurdu…
Neyi mi?
Sıkı durun:
Galatasaray-Beşiktaş maçının ardından Avcılar’da başlayan tartışma sonucunda Cem Tümer’in Recep Altınorak’ı 6 yerinden bıçaklayarak öldürmesini…
…..
Anlatabiliyor muyum neden canımın sıkıldığını?
Neden bazı canlar can da bazıları patlıcan bu ülkede?
Neden bıçaklananlar milli galeyanı körükledikleri halde, sadece İngiliz oldukları için faillerini asmak için yırtınıyor da, diğer hadiselerde sesleri çıkmıyor bazılarının?
…..
Yoksa yazanları ve konuşanları ben mi görmüyor, okumuyorum.
(Eğer yazan olmuşsa tek tek ellerinden öpüyorum, ki zaten onlarla sıkıntımız aynıdır.)

——————————————————–

Biraz da komedi ister misiniz?

Kimsenin şüphesi olmasın ki; bir yanlış yapmışsak bu hatadan dönmeyi ve özür dilemeyi biliriz… Ama inandıklarımızın ve yazdıklarımızın da her satırının arkasında dururuz…
Sadece bu konuyla ilgili olarak, hemfikir olduklarımdan gelen mektupların “özetini” yayınlamış olsaydım, benim tek satır yazı yazmama gerek kalmadan köşemiz bir haftalığına dolardı.
Zaman zaman pek de abartılı olmayan mektuplardan seçip yayınlıyorum, biliyorsunuz. Ama şu son bir haftada iki mektup geldi ki, (isim vermeden ve bazı bölümlerini yayınlıyorum) her biri bir diğerini okuduğunda acaba ne düşünecek, merak ediyorum. Hadi siz de okuyun, ama “az gülün” olur mu!

1. Mektup: “Bay Erkul, sizin Türklük duygularınız var mı yok mu tartışılabilir…
…Türklük düşmanları tarafından kaleme alınmış saçmalık, yalan, iftira ve hezeyanlar…
…Türklüğün temellerini yıllardır oymaya çalışan…
…ağızlarına “Türk” kelimesini almayan Molla Necmettin ve müritleri ve de şimdi sizin gibiler türedi Erkul bey!
…İslam’ın altıncı şartı Türklükten nefret etmek değildir!
…Molla Necmettin’in, Ertan Y…’in ve sizin gibilerin aşağıladığı Türkler tarih sahnesinin şerefli ve alnı açık mensuplarıdır.
Türkler’i aşağılamak dalaletindeki Size saygı duymuyorum.”

2. Mektup: Beyin özürü
Bugünkü “ bizim bayrağımız, ezanımız, paramız” teranesi içinde yazdığın yazı ile, kontrolsüz kafatasçılığı hiçbir şekilde saklanamayan, çağdışı, ilkel bir insan profilinin en güzel örneğini veriyorsun. Bu kafa ile senin için dünya, sadece bu sınırların içi olabilir. Seni eleştirmek bile gereksiz, kabahat senin gibi yaratığa o sütunu açanlarda…

Özet
Netice olarak, artık saatler kaldı (inşaallah) finale çıkmamıza…
Bu arada herkes gördü ve görmekte İngiliz’in kim olduğunu.
Fırsat bulursak, sonraki zamanlarda (ve şu pislikten de kurtulmuş olarak) döneriz tekrar bu konuya ve adamların “mevcudiyetleri büyüklüğünde olan” kin ve nefretlerinden bahsederiz.
Bu böyle diye dövünmenin manası yok.
İntikam da gütmeyiz zaten millet olarak, kan davası sürmeyiz.
Ama madem ki bizler bir milletiz; o zaman bazı tarihi gerçekleri bilmemiz ve uskumru gibi her oltaya takılmamamız gerekiyor…
Öyle, değil mi?

Stop
Muammer Erkul
20 Nisan 2000 Perşembe

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir