Filmin özeti şöyle:
İntihar ettiği için başı kesilen bir kadının nalbant kocası, köyün papazı kendisine;
“Haçlı ordusuna katıl ki karını ve kendini affettir. Karın cehennemde başsız olarak ne yapacak” diye baskı yapınca, onu öldürüp; gelirsen baban olarak seni de Kudüs’e götürürüm, demiş olan bir baronun peşine takılmış… Oğlunu korumak için çarpışırken yaralanıp ölen babasının nişanları da kendine kalmış… Ve Messina (İtalya)dan bindiği gemiyle “Cennet’in Krallığı” Kudüs’e doğru yola çıkmıştı.
Hıristiyanlar anlaşmayı bozdu, Müslümanların kervanını soydu, elçilerini öldürdü, savaş başladı. Ordunun yeterince tedbir almadığını söyleyen kraliçenin, durumu kurtarması için kendisinden ricada bulunduğu nalbant peşlerinden gidince; haçlı ordusunun bulunduğu yerde kıpırdayan sadece leş yiyen akbabaları gördü. Eski sevgilisi, Kudüs şehrini savundu ama şehir düştü. Yıkılan surlardan dışarı çıkıp Selahaddin ile birebir görüşürken;
-Tamamen serbestsiniz, dedi büyük İslam komutanı… Nalbant, henüz küçük dilini yutamadan;
-Ama, dedi.. Onlar bütün Müslümanları kadın çocuk kesip doğramışlardı…
-Ben, onlardan değilim, dedi büyük komutan… Benim adım Selahaddin, Selahaddin!..
Biraz sonra, babasız nalbant, hafif meşrep kraliçe ve kendilerine benzeyenler sürüsüyle başları önlerinde şehri terk ettiler… İslam askerleri ise; birkaç saat önce kendi üzerlerine kızgın yağ döken, ok salan, kaya yuvarlayan düşmanlarının sırtlarını sıvazlıyor, gönüllerini almaya çalışıyor, onları teselli ediyorlardı…
Belki de yanlış çevrilmiş bir iki diyalog ve birkaç sahne haricinde, aynen imza atarım bu filme. Bizimkiler yapsaydı daha iyisini ve daha objektifini yapmaz/yapamazlardı. Korkarlardı!.. Salondan çıkarken;
-Hayret ki Selahaddin Eyyübi’yi kötüleyeceklerini sanmıştım, lafını duyunca;
-Bu onun kötülenmiş haliydi, dedim…
Eyyübi Devleti’nin kurucusu olan Selahaddin Eyyubi; 1193 senesinde, 25 senelik vezirlik ve sultanlık hayatının ardından, 56 yaşında vefat ettiğinde, Müslümanlar ve gayrimüslimler “babamızı kaybettik” diye ağlıyorlardı… Kefenini hazırlatmış, bir mızrağın ucuna bağlatmış, bunu bir tellalın (bağırıcı) eline vererek;
“İşte! Sultan Selahaddin bu kadar üstün mevkilere sahip olup, şan ve şerefe kavuşmuş olduğu halde, dünyadan bu kefenle gidiyor!” diye bağırtarak, şehrin bütün sokaklarında dolaştırtmış… Böylece, makam ve rütbesinden dolayı gururlananlara güzel bir ders vermişti… Cebinde sadece bir tane altın, ve birkaç gümüş para buldular… On binden fazla at dağıttıktan sonra kendine binecek hayvan kalmayan biri olan bu mübarek insanın sadece cömertliği için bir kitap yazılsa yeridir…
Bütün Avrupa’nın ağzını sulandıran, haçlı seferi kamuflesiyle peşlerine düşmüş oldukları Mısır ve Kudüs hazineleri işte elindeydi; ama onun bütün ömrü, kıyafetine kadar sıradan bir asker gibi geçmişti…
Sapık fırkaların yayılmasını önlemek için çok mücadele etti. Ehlisünnet yolu denilen dört hak mezhep alimlerinin kitaplarının ve bunların okutulduğu medreselerin çoğalması için varını yoğunu harcadı. Gerçek ilim adamlarının koruyucusu, kollayıcısıydı. Zamanında, sadece Şam medreselerinde altı yüzden fazla fıkıh alimi ders vermekteydi. Kendisi de ilim ehliydi, fıkıh alimiydi ve hatta Kur’an-ı Kerimi ve Tenbih isimli fıkıh kitabını ve Hamâse isimli şiir kitabını ezbere bilirdi.
“Cennetin Krallığı” ismi, belli ki; din adamlarının, haçlı ordularına gösterdiği bir hedef olarak söylenmiş o zamanın Avrupa’sında…
Bu isim, gerçek adaleti ve insanlığı gören-bulan bazı haçlı askerlerinin; Müslümanları görüp tanıdıktan sonra uyanmaları ve kendilerinin; (Cennetin hakiki yolunu görmelerine sebep olan krallık) anlamında ise doğru olabilir…
İki buçuk saat sürüyor film. Fırsat bulursam eğer, araştırdığım bu bilgilerin üzerine tekrar izlemek istiyorum…
Stop
Muammer Erkul
20 Mayıs 2005 Cuma