Çocuklaar! Misket oynayın…
Yeşil alandaki yol lambalarından birinin altında toplanmış hepsi… Üçü kız, altısı oğlan çocuğu. Zaten seslerini duyup çıkıyorum cama ve dirseklerimi koyup pencereye, tepelerinden onları seyretmeye başlıyorum…
Kızlardan biri arkasındaki diğer gruba doğru dönüp;
“Saatiniz var mıı?..” Diye soruyor, henüz vaktin erken olduğunun söylendiğini duymak isteyen “acıklı” bir sesle…
Erkekler, direkteki lambadan dökülen ışığın tam altında. Biri karın üstü yatıyor, dizi kaldırımın altında… Üçü oturuyor, biri ayakta… Biri de çimdeki kırmızı dikenli bitkiye doğru yürüyor…
Kızlar da dahil hepsinin ellerinde tasolar var…
İçimden bir ses diyor ki; “Neffret ediyorum şu tasolardan!..”
Diğer ses karşı çıkıyor;
“Peki senin de bir cep dolusu tason olmasını ister miydin?..”
İsterdim elbette… Şimdi bile isterim, ama kâğıt olanlarından değil, çünkü kıvrılıyorlar. Aslında plastik olanlar da siliniyor ya bir süre sonra…
…..
Zaten onun için canımı sıkıyor bu tasolar benim…
Siliniyor, kıvrılıyor ve oynanma şekli kötü geliyor bana; onları pat küt yere vurup durmak yani…
…..
Bir kız arkadaşım var benim, adı; Sevda… Öyle güzel biriktiriyor ki tasolarını; hepsi tertemiz… Hiçbirinin üzerinde tek çizik bile yok. Zaman zaman diziyor, sıraya sokuyor onları ve saklıyor sonra yeniden… Öyle, cipsden çıktığı gibi yağıyla-tuzuyla birlikte biriktirenlerden değil Sevda… Onun bütün tasoları gözleri gibi rengârenk ve parlak…
Saati soran kız, gene döndü taso oynayan oğlanlara doğru ve havanın çoktaan kararmış olmasından hiç de memnun olmayan bir sesle, gene miyavlar gibi sordu;
“Hişşt, saatin kaçtııı?..”
…..
Şunların ellerindeki tasoların hepsine birden elbette sahip olmak isterim ama, bir yandan da şu tasolardan nefffret ediyorum yani…
Niye şu çocuklar misket oynamıyorlar ki artık?..
Misket oynanacak kadarcık toprak kalmıştır herhalde bu şehirde, öyle değil mi?..
Niye misket oynamıyor çocuklar, söylesenize!.. Üstelik tam da mevsimi yani şimdi, hem çamur da yok yerlerde…
Öğreten mi yok, yoksa bakkallar misket mi satmıyor?..
İsteyen olursa niye misket satmasın ki bakkallar?..
Heey, çocuklar!..
İçinde renk damlacıkları olan bu muhteşem cam yuvarlakları niye avuçlamıyorsunuz?.. Niye doldurup ceplerinize bu billur güzellikleri de şangırdata şungurdata yürümüyorsunuz; bütün mücevherleri ceplerinizde taşıyormuşcasına zengin bir çalımla?..
HEEYY, ÇOCUKLAAAAR!..
MİSKET OYNAYIIIN…
Kimselere çaldırmayın misketlerinizi, avuçlarınızdaan!..
Kafakarış oynayın, baş oynayın veya kuyucuk oynayın ama MİSKET OYNAYIN…
Mile, bilye, cillik, cillop, gülle, zıpzıp ne bileyim, ne derseniz deyin adına, ama MİSKET OYNAYIN…
Zor bir yerdeyse rakip çocuğun kezlediğiniz misketi, yatın yere… Yumun bir gözünüzü… Sıkıp misketinizi ikibuçuk parmağınızın arasında, bir de çıkartarak dilinizi…
(…hay Allah, öyle bir dalmışım ki şimdi, bir yandan yazıyor, bir taraftan da çoktandır şeritin bitmediğini düşünüyor, bari şu yazı bitinceye kadar bitmemesini umuyorum… Yani parmaklarımın altında bilgisayarın klavyesi, bilgisayarımın ekranına bakıyorum ama sanki daktiloyla yazıyormuşum gibi hissediyorum…
Acaba, daktiloyu da tamamen unutacak mı bizden sonraki çocuklar?..)
Koptum işte misketli hayallerimden, böyle düşününce…
Uuvv!.. Böyle bir solukta ne kadar da yazıvermişim, hayret…
…..
Ama, samimi söylüyorum ki; şu çocuklara misket ile oynamanın zevki tattırılmalı…
Belki her birine birer avuç misket almalı bir yerlerden… Belki yere oturup, çimene yatıp onlarla oynamalı bir kaç defa…
Ama;
MİSKET OYNAMALI ÇOCUKLAR…
ÇOCUKLAR MİSKET OYNAMALIII!..
———————————————————-
Mahkûm
Ayaklarına zincirler takılmış… Elleri kelepçeli… Ve arkasından sürekli itilmekte… Belli bir istikamete doğru hem gidiyor, hem de bağırıyor:
“Gitmem ben o beldeye! O şehre inanmıyorum!”
Yanına bir görevli geliyor ve kulağına şunları fısıldıyor: “Bu yol o menzile çıkar. Ama sen bilirsin, ister inana inana git, ister inanmaya inanmaya… Tercih tamamen sana ait!…”
…..
İsteğine bağlı olmayan işlerde, her insan: Mahkum! Her an nefes alıyor: Havaya esir… Ne ciğerlerine el atabiliyor, ne yıldızlara: Elleri Bağlı… Yer çekimiyle arza raptedilmiş: Kaçmaktan mahrum… Ve nihayet, dünya onu kabre götürüyor: Gitmeye mecbur…
Bir asi mahkum kalkıyor;
“Ben gitmem” diyor. “Ahirete inanmıyorum” diyor…
Bilmiyor ki; İNANMAMAK, AHİRETE GİTMEYE DEĞİL, CENNETE GİRMEYE MANİ…
(Alaaddin Başar’dan Betül Yılmaz gönderdi.)
Stop
Muammer Erkul
08 Kasım 2000 Çarşamba