Kavacık adını cümle âlem biliyor şimdi. Çünkü Asya ile Avrupa’nın kesişme noktalarından biri. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün Anadolu yakasına bastığı tepe… Bütün yolların bağlandığı; bütün vasıtaların bir şekilde uğrayıp geçtiği; bütün işyerlerinin şube açmak için can attığı bir merkez halini aldı…
Otoban haricinde ayrıca Şile, Riva, Beykoz ve Üsküdar’a bağlantıları olması; yüksekte olması, havasının temiz olması, denize bakması ve aynı zamanda arka kısımlarının ormanları görmesi değerini arttırıyor.
Peki kaç senedir bu böyle?
Ben İncirköy’de doğdum. Sahilde…
Bütün çocukluğum boyunca, sahilden veya vapurdan bakan herkes kendi mahallesini gösterebilirdi yanındakine: Bak bak bizim ev şuralarda, diye…
Semt esnafı kendi mahallelisini tanır, pazara gelen yabancılar hemen anlaşılırdı…
Belki de ilk katırı Paşabahçe pazarında görmüştüm. Attan iri ama eşeği andıran bu yük hayvanları; diğer insanlara biraz uzak, biraz soğuk, biraz mesafeli duran adamlara aitti. İri elleri nasırlı, yüz çizgileri derin, bakışları ışıltısızdı bunların… Konuşacaklarsa, kendi aralarında ve pek anlamadığım kelimelerle konuşurlardı. Semt pazarcılarının neşeli sohbetlerine katılmaz, meyhanelere hiç uğramaz, satacaklarını satar, alacaklarını alıp boşalmış küfelerine koyar ve dönüş yoluna düşerlerdi; bazen yaya, bazen katırlarının üzerinde…
Bildiklerimizden değil, içine adam girebilecek büyüklükte olurdu, katırların iki yanında taşınan küfeler. Son tezgâhlara yakın, yere indirirlerdi bunları; pazara giren ve çıkanlar ne sattıklarını görsün diye. Karalâhana, pazı gibi sebzeler boğaz yamaçlarındaki çok evin bahçesinde ekili olduğundan kısmen boldu. Katırla gelenlerde bunlara ilave olarak, biraz daha zor bulunan; mevsimine göre ahlat, ayva, kızılcık, böğürtlen, yaban çileği, ıhlamur, kuşburnu filan da bulunurdu…
Sormuştum, söylemişlerdi: Bunlar çok uzaktan, birkaç dağ öteden, taa Çavuşbaşı’ndan filan geliyor, demişlerdi… Anadolu yakasının su aldığı Elmalı Barajı da yine aynı dağların ardındaymış…
Bir Anadolu romanı tadında dökülüyor kelimeler değil mi, o günleri anlatınca?..
Hâlbuki çok eski değil, her şey 80 ila 90 yılları arasında değişmeye başladı… Belki bütün dünyada, belki Türkiye’de, belki sadece İstanbul’da… Ama taşlar yerinden oynadı artık eskisi gibi olmayacak…
Hatıralar ise hatıra sandıklarında kaldı. Zaman zaman çıkarıp bakmamız, okşamamız, koklamamız için belki de…
Otağtepe’ye dönen ince asfaltın her iki yanı da toprak olduğu halde, yağmur yağsa bile çamur olmazdı. Çünkü ellenmeyen yerleri sık bir çimen sarar ve yüz yaşının çok üzerindeki çam ağaçlarının iğne yaprakları mevsimi geldikçe dökülür, yüzey toprağını sıkılaştırır ve sanki; “çiseden bile çamur olmak ayıptır” derdi…
Saatte bir iki tane minibüs gelirdi buraya. Hem iskele meydanını ve hem de Hisar Camisi’ni aynı anda gören köşedeki yol ağzında beklerdi bu minibüsler. Dolunca kalkıp Kanlıca istikametine doğru gaza basarlardı. Suları pırıl pırıl ve sakin Körfez’in çevresinde şimdiki yalılar vardı. “Şu Zeki Müren’in yalısıymış, karşıdaki Filiz Akın’ın yalısı, hatta geçen gün vapurla geçerken orada Yumurcak’ı görmüş bir arkadaş” filan derdi insanlar…
Körfez’in dirseğinden yokuşa vururdu minibüs. Yolun sağı bayır, soluysa ince bir dere. Dere ama, yazları azalan suyu uzaktan fark edilecek kadar çok değil. Yemyeşil zaten her yan ağaç… Bazen bu yokuşun ortasında yolu keserdi adamlar. Çünkü tepeden aşağı doğru yani Kanlıca Körfezi’ne akan derenin ardı taş ocağıydı. Dağın deliklerine dinamit koyup patlatır, kayaları havaya uçururlardı. Suyun içinden düz geçen kamyonlar bunları taşırdı sonra. Ben hiç patlamaya denk gelmedim, ama yol kenarlarına yuvarlanmış çok kaya gördüm…
Taş ocağının biraz üstünde ise baraj vardı. Büyüklüğü, küçük bir mahalle meydanı kadar filan… Yokuşu yaya çıkıyorsak, kurbağaların sesinden anlardık baraja ne kadar yaklaştığımızı. Ufak bir taş alıp atardık. Cup, sesi kurbağaların hepsini sustururdu. Aramızdan biri mutlaka yılan gördüğünü söyler, hatta yemin ederdi ama çoğu zaman diğerleri göremezdi yılanı. O zaman da; “yılan değil yalanmış” denir, yılan gördüğünü söyleyen kızdırılırdı!..
Kaptanlar’ı geçince sağa döner ve beton köprüye doğru tırmanırdınız. Yol kenarında üç beş dükkân bulunan düzlüğe Dörtyol, denirdi. Minibüs bu dört yol ağzından kıvrılıp sola, Hasanyavuz ve Rüzgârlıbahçe’ye doğru gözden kaybolurken biz inmiş olurduk…
Sanırım bu minibüslerden başka vasıta da görmüş değildi o zamanlar Kavacık… Çünkü arkası “kuş uçmaz kervan geçmez” denecek kadar ormandı. Oralarda yaşayan dağ köylüleri katırlarla odun, meyve, peynir filan getirip sahildeki pazaryerlerinde satardı.
Hadi gidiyoruz, lafını duyduğumuzda, iyice gevreyip açılmaya başlamış iri bir kozalağın içindeki çam fıstıklarını çıkarmaya, kırmaya çalışıyor olurduk. Avucumuzda, yumruğumuzdan büyük bir taş, vurdukça sağa sola kaçan bir minik fıstık… Eğer başarabilirsek; ancak iki dişimiz arasında çiğnemeye yetecek ödülümüz… Acaba bu küçücük lezzet için mi bunca mücadele verirdik?..
* * *
Bahçelerinde doğru düzgün duvar bile olmayan semtleri daha çok seviyorum…
Çünkü duvarlar insanları biri birinden ayırıyor. Kaldırımlar ütülenmiş gibi düzleşip köşelenince kurallar da netleşiyor. İnsanlık; konan kanunlarla kontrol edilmeye çalışılıyor…
Bir gün bir baktım ki her taraf apartman, mağaza dolmuş!..
Bahçeler yok olmuş, ağaçlar kesilmiş…
Eski evin üzerine, benzer planda bir daire; önüneyse mağaza yapmışlar. Bunların üstü ise teyzeme teras olmuş… Aşağıda oturduğu zamanlardaki gibi aynen; kapıdan çıkıyor ki önü bahçe. Hem de hiçbir zaman kedisi eksik olmamış bir bahçe… İşte bu terasta hepsi tek renk boyalı büyük büyük tenekeler içinde çiçekler: Renk renk ortancalar, kasımpatılar, karanfiller ve adını bilemediğim daha yüz çeşit çiçek… Yolu bırak, karşıdaki dairelerin pencerelerinden bile görünmüyor burası. Ayrıca duvarların dibinden yükselen çam ağaçlarının, bir kişinin kucaklaması imkânsız kalınlıktaki yüksek gövdeleri terasa eski bir bahçe havası veriyor. Yine aşağıdan tırmanmış asmalar kendileri için gerilmiş tellere ve çıtalara sarılıp hem koyu gölgeler hem de salkım salkım üzümler yapıyor…
Bu kadar hikâyeyi niye mi anlattım?..
Rahmetli Hanife teyzemin bu terasta musluklu bir su kabı vardı, çinkodan. Musluğun altında ise, kimsenin olmadığı zamanlarda kuşların su içtiği bir leğen… Ufak tefek bulaşığını burada yıkar, bardağını çanağını bu muslukta durular ve bu muslukta abdest alırdı. Leğende biriken suyu ise çiçeklerine paylaştırırdı. O zaman bütün çiçekler ona gülümser; söylediğine göre kendisine dua ederlerdi…
Bunca çiçeğin bu kadar güzel olmasının sebebini de, abdest sularıyla sulanmalarına bağlardı…
Sadece bir kova su, gün boyunca kaç işe yarıyor, kaç canı serinletiyordu yani…
Bizler, şimdi, öyle bir hayata alıştık ki; sadece bir tıraş olmaya, yalnızca diş fırçalamaya kalksak teyzemin bir günde kullandığından fazla suyu ziyan ediyoruz… Hâlbuki israf hep kötülenmişti bize, suyu boşa harcamamamız tembihlenmişti… Tutmadık bu sözleri dinlemedik. İşte yıllar sonra benzer tembihler gündeme geldi; koca koca bilim adamları, şimdi hepimize “teyzemin yapmış olduğunu yapmamızı” söyleyip duruyor…
Ben teyzemi çok özlüyorum ve teyzemli yılları çok arıyorum.
Ama belli ki, asıl şu yaşadığımız dünya; çiçekleri, ağaçları, hayvanları, insanları seven teyzemi ve onun benzeri “israftan korkan insanları” çok arayacak!