Dayı [23 Temmuz 2004 Cuma]

Bizim bahçeyle Dayı uğraşıyor…
"Kim bu Dayı, diye soruyor konu komşu. Nerden gelmiş, nereye gider? Huyu nedir, suyu nedir, kimlerdendir? Nerde oturur ve ne yer ne içer?.."
Aslında, insanların önlerinde duran sorular değildir önemli olan, biliyorsunuz değil mi?..
Mühim olan, bir insanın; ardında bıraktığı cevaplardır!..

Kol kırılır yen içinde kalır, demişler ya. Dayı bana kızar zaman zaman, ben Dayı’ya…
Ama bahçe duvarlarından içeri giren kimse; çimleri yemyeşil, duvarları bembeyaz, ağaçları budanmış, çiçekleri sulanmış görür!..

Hanımı bile arasa; "Dayı orda mı" diye sorar Dayı’yı.
Çocuklar merak ettikçe; Dayı’nın bir ismi olup olmadığını…
"Var, derim. Onun adı İsmail. Mutlu bir İsmail o, beraberiz ya…
Beraber olmak mutluluktur çünkü. Beraber kalmak ve dünya ötesindeki güzelliklerde de beraber olmayı düşünmek daha büyük mutluluktur…

Dayı, gözlerinin pek iyi görmediğini söyler ama elli adım ötede bir ot yan büyüse gider, doğrultur. Evin tepesine çıkar, leylekler için yaptığımız yuvanın direğini boyar. Serçelerin saçak altına kurduğu yuvalarda büyüyen minik yavruların cıvıltılarından bir dertleri olup olmadığını anlamaya çalışır. Kendilerini korkutan köpekten şikayet eden kazlarla laflar uzun uzun. Ve köpeğin bazı hareketlerinden, bize gelmeden evvel yaşadığı eziyetleri bile tespit eder…

Ben kızsam da Dayı’ya bazen, onun olmadığı günler "olmayışına" daha çok kızarım!
Fakat Dayı’yı gören çiçekler gülümser, fidanlar gülümser.
Halbuki ben kökleri, dalları çekme, derim Dayı çeker; ben kesme, derim Dayı keser; ben budama, derim Dayı budar. Benim "korumaya" çalıştığım bunca nebatat, bana inat ona bakar da gülümser!
Düşünürüm sonra kendi kendime; iyi ki Dayı benim her dediğimi yapmaz!..

Alt yolun üstündeki duvarın iki metre kadar içerisinde güvem (eriği) çalılığı vardı. Eski sınır üzerinde rüzgar itmiş, su yamultmuş, bayır çekmiş… Hava bulup ışık gördükleri her yana doğru uzamıştı dalları, hem de tepeden tırnağa kadar birer diken yumağı olarak!..
Önce bahçe makasının sadece ucu girebildi aralarına, sonra elimiz, ardından testere, ve kolumuz…
Ama evvela gönlümüz girmişti çalıların içine!..
Şimdiyse bunların altına çömelebiliyor insan, gölgelerine oturabiliyor.
Testereye artık hiç ihtiyaç kalmadı. Nadiren makasla, çoğu zamansa parmaklarımızla küçük müdahalelerde bulunuyoruz sadece…

"Dur, derdim. Bırak, biraz yamuk kalsınlar. Kıracaksın fidanları, veya köklerini çıkartacaksın yerinden. Baksana nasıl geriliyor, sanki canları yanıyor gibi çatırdıyor zavallılar…" Dayı dinlemezdi beni.
"İşime karışma, derdi. İşte böyle eğip kanırtacaksın, zorlayacaksın ve bağlayacaksın en sağlam yere. Nedir en sağlam olan yer? Ya en yakındaki derin köklü ağaçtır, veya şu fidanlar grubunun ortasına çakacağın sağlam bir kazıktır…
Fidanlar bağırırsa bağırsın, çatırdarsa çatırdasın, aldırma… Genç onlar, esner onlar işleri ne? Ama her müdahale; yüzlerini yerden kaldırır onların, boyunlarını doğrultur… Ve işte budur onları ağaç yapan!..
Ağaç; altında gölge olan, elinde meyve olan, üstünde nimet olan…
Ağaç; içinde ilham olan demektir!.."

Yer bitmese, gün bitmese laf bitmez; kesmek lazım, lüzum ettiği yerden hem sözü ve hem de dalı…
Her cümleye bir nokta, ve her ağaca bir "Dayı" lazımdır.
Soruyorum şimdi herkese. Diyorum ki: Elbette "dayılar" gider ve bulur düzelmesi gereken fidanları. Ama, el insaf… Biraz da, biraz da ağaçların kendilerine birer dayı aramaları değil midir münasip olan?..

Stop
Muammer Erkul
23 Temmuz 2004 Cuma

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir