(Bunca kavganın-gürültünün ortasında ve belki hiç de alakası yokken, hadi size bir “hikaye” anlatayım…)
Yıllardır ayak basmadığım otogarda indim. Biri omuzumda iki çantayla yürüyordum. Elinde biletiyle yanımdan hızlı hızlı geçmekte olan adam aniden durdu, ve dikkatle bana bakarak;
-Heyy, dedi… Sen Çavuş Dede’nin torunusun!..
Hayretle baktım bu tanımadığım adama… O devam etti:
-Evet, dedi… Hiç şüphem yok ki, sen osun!.. Bir arkadaşım birkaç sene evvel seni uzaktan göstermişti… Ama, işte zaten, bana aynen dedeni hatırlatıyorsun…
…..
O rahmete kavuşmuş çook seneler önce. Ben vefatını tam dört yıl sonra duymuş ve kabrini ziyarete gitmiştim… Allahü teâlâ rahmet eylesin ve hepimizi sevdiği kullarına yakın eylesin…
-Amin, dedim tuhaf bir sesle. Ve bu kelime ilk ve son lafım oldu onunla karşı karşıya durduğumuz süre içinde…
Ardından bir şaşkınlığa daha düşürdü adam beni… Dedi ki:
-Seni neden böyle hatırlayışımın sebebini merak edersin diye söylüyorum; biliyor musun, benim namaza başlamamın sebebi sendin!.. Hem de ufacıkken, ancak beş yaşlarında filanken!..
Dedenin yanında kaldığın yazdı. Gittiği her yere seni de götürüyordu. Kahverengi deriyi andıran kumaştan, püsküllü bir yeleğin vardı…
O gün, deden ikindi cemaatiyle birlikte yürüyor, sen de onun poturunun cebini tutuyordun. Söğütlü kahveyi bilirsin ya, biz ordaydık. Diğerleri selamlaşıp boş sandalyelere yerleşirken, ben sana göz kırptım… Daha önce birkaç kere muhabbet ettiğimizden, çağırdığımda yabancılık çekmeden geldin bana. Sonra kucağıma oturttum seni, ve yüzyüze, fısıldayarak sohbete başladık…
O zamanlar henüz çocuğumuz olmadığından, ben hep senin gibi bir oğlum olmasını özlemekteydim…
Sorulan bir soruyu cevaplayıp susmuştu deden… Şimdi bir çay kaşığının bardakta dönerken çıkardığı sesle, görülmeyen yerdeki güvercin çeşidi kuşların “ğuu, ğuu”ları duyuluyordu…
Nerden aklına geldi bilmiyorum ama sen, ikinci masada oturanlardan birini göstererek;
-Şu adam namaz kılıyor mu?.. Dedin bana.
Bu soru birden bire rahatsız etti beni. Cevabını bildiğim halde;
-Bilmiyorum… Belki de… Kılıyordur bazen, kim bilir… Filan diye bir şeyler geveleyip durdum ağzımda…
Bir süre düşünüp, sonra çenenle işaret ederek;
-Şu, arkadaki amca senin arkadaşın, dedin. Onu bilirsin… O kılıyor mu?..
Bu çok daha can sıkıcı bir soru olduğundan, seninle ilgilenmiyor da sanki dedenin söyleyeceklerini dinlemek istiyor gibi bir numara yaptım… Ama sen, yüzümü tutup salladın ve bu defa iyice yüksek sesle sordun… Üstelik şimdi, hakkında sorulan arkadaşım da duymuştu…
Ben, ben gerçekten çok rahatsız olmuş, ve;
-Nerden bileyim başka birinin namaz kılıp kılmadığını, demiştim… O zaman sen;
-Peki, öyleyse sen kılıyor musun?.. Dedin.
Sorduğun bu soruyu deden de duydu. Sert denebilecek bir lisanla; “başkalarının yanında özel sorular sormanın ve insanları utandırmanın doğru olmadığını” söyleyerek susturdu seni… Ben, biraz rahatlar gibi oldum, ama aynı anda, tam da o esnada, iki sandalye kenarımızda oturan ihtiyar amcalardan biri; “Allaahhh!..” deyip sandalyesinden kaydı, ve yere yığılıverdi!..
Birileri; “soğan bulun” derken, diğerleri; “sarımsak getirin” diyordu… Ama kahvecinin elindeki maşrapanın suyuyla ıslattıkları bir mendili anlında ve yüzünde gezdirdiklerinde ayılıp gözlerini açan koca adam çocuklar gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı. Diyordu ki:
“Bugün, şu çocuğun sorularına bile cevap vermek bu kadar güçken, benzer sorulara yarın nasıl cevap verilir?..”
Sen, sanki bir suç işlemiş gibi dedenin arkasına süzülmüştün o sıra…
Yüzü ıslatılıp ferahlatılan ihtiyar da sandalyesine oturtulmuştu…
Ama ben, o günden sonra hiçbir vakti atlamadığım gibi; hem boş zamanlarımda, ve hem de vakit sünnetlerinde bugüne kadar geçmiş olan farzları kaza ederek “hesabımı” kolaylaştırmaya çalıştım…
Hah!.. Otobüsüm kalkıyor, kaçırmayayım… Allah senden razı olsun, sana çok dua ediyorum… Haydi Allahaısmarladık!..
…..
Öylece kalakaldım…
Otobüs yürüdükten sonra aklıma geldi, el sallamak!.. Ardından adını bile sormadığımı farkettim… Benim geldiğim yere giden başka bir otobüse binip gitmişti beni tanıyan, ama benim tanımadığım adam…
İyice zorladım sonra hafızamı. Kahverengi ve püsküllü yeleğimi elbette hatırlıyorum. Söğütlü kahvede sandalyesinden düşüp bayılan adamı da hatırladım. Ama diğer duyduklarım sanki benimle ilgili değildi!..
…..
Omuzumda ve elimde bulunan çantaların ağırlıkları, elli metre sonra elli kilo olmuştu sanki. Çantalarımı duvarının kenarına koyduğum şadırvandan bir dedecik çıktı; sakallarında damlacıklar olan…
Bakışlarım takılıp kalmıştı şimdi ona.
-Hayırdır oğlum, dedi ihtiyar. Hayırdır, ne oldu da öyle bakıyorsun?..
-O kadar… O kadar çok dedeme benziyorsunuz ki!.. Dedim.
-Yaa, dedi. Öyleyse benden selam söyle dedene…
-İyi de, dedem yok ki artık, dedim… Şu kadarlığımdan beri özlemekteyim onu…
Güldü o zaman…
-Yok mu?.. Dedi. Sen her göremediğini yok mu bilirsin?..
Sonra, tam karşımda durdu aynen dedem gibi… Tam gözlerimin içinden ta canıma bakarak;
-Geç şu şadırvana da yüzünü yıka önce, dedi…
Sonra da ona benden selam söyle; usulünü bildiğin gibi!
Stop
Muammer Erkul
18 Ekim 2001 Perşembe