Önce şu soruya cevap vermek lazım: İlim mi benim seviyeme inmeli, ben mi ilme doğru tırmanmaya çalışayım?
Şu dünya kurulalı beri; aynı seviyedekilerin hepsine birden “ot” diyorlar! Sarmaşıklar ise tırmanmaya çalışıyor, serviler yukarı doğru süzülüyor, bütün ağaçlar hep boy atmaya, genişlemeye çalışıyor. Gökyüzünde, her büyümek isteyen için yeterince yer var…
Şu inceliği kavramak lazım: Büyümeyi reddeden otların hizasına kadar bile gökyüzü elbette iner. Ama büyümek isteyen her şey; sonuna varamayacağını bildiği halde, yine de gökyüzünün içine doğru uzanıyor hep. Az daha, biraz daha…
Bunca lafın sebebi şu: Sokak, ekran ve çet lisanından ağır kelimeleri ihtiva eden kitapları; anlaşılmıyor, diye itmek ayıbımızdır!.. Ya ilk karşımıza çıktıklarında, bilmediğimiz on kelimenin manasını öğreneceğiz; ya da ömrümüz boyunca, şu hep aynı on kelime biner kere karşımıza çıkacak ve biz tam on bin kere “bilmeyen kişi” olduğumuzu düşüneceğiz! Bu bir tercihtir.
Koca çınarlar, meşeler, cevizler, köknarlar da hep santim santim, filiz filiz, dal dal büyüyor, ama sonunda birer isimleri oluyor. Evet, ilim gökyüzü gibidir, ama bizler otlar gibi aynı hizada kalmamalıyız!
Öğrenmek isteyen, zorlananlar var. Yani, dolu kamyonlara benzeyenler, yani aslanlar gibi yükünü sırtlayıp yokuşlara kafa tutanlar, yani yarının kahramanları! Biliyor musunuz; aslında yarınlarımız yüklerini devirmeden yoluna devam edenlerin sırtında gidiyor.
Her yokuş elbette her motoru az çok zorlar. Zaten bayır aşağı gitmek için motora da, direksiyona da ihtiyaç yok. Ve uçurumların dibinde, tepelerden aşağı salınmış çok vasıtalar yatıyor!
Aynı soru aklında kalsın: İlim mi sana inmeli, sen mi ilme tırmanmaya çalışmalısın?
Stop
Muammer Erkul
08 Kasım 2009 Pazar
Bunca lafın sebebi şu: Tamam Muammer abicim, söyle şu 10 kelimeyi de öğreneyim. Sen de kurtul millet de…
……..
(CEVAP:
Pekala, birinci kelimeyi söylüyorum, iyi dinleyin…
ÖĞRENEBİLİRİM!
İkinci kelime; BAŞARABİLİRİM!..
Ve devamında; muktedir olman ile ilgili, kendini negatife çekmeyen, kuyulara sokmaya alıştırmayan kelimeler…
Bu kelimeler öğrenildiği zaman gerisi zaten gelecektir.
Bilmediğim/iz kelimeler çok ve her zaman olacak ve zaten olmasıdır normal olan…
Normal olmayan; aslında BİZİM kelimelerimize sanki hork hork diyerek dağlardan inmiş hayvanlara bakıyor gibi onlara bakmaya alıştırılmış olmamız!
İnternette çetleşme lisanıdır bize yabancı olan…
Televizyonlardaki seviyesizliklerdir kaçmamız gerekenler…
Sokak ağzı ile kitap ve kültür ağzının farkıdır bilmemiz, öğrenmemiz gerekenler…
Bir kültür dili vardı eskiden ve bunu hala kallanmakta olan, henüz yaşayan insanlarımız var.
“İstanbul lisanı” derlerdi…
Ve bunu konuşurlardı, bunu yazarlardı insanlar…
Ben bunu beceremedim, ama sevdim ve teşvik etmeye çalışıyorum.
Kudurmuş seller yeşil yamaçlarımızı kemirirken, erozyon toprağımızı somururken ben de mi bir kova su dökmeliyim zayıflamış toprağa, yoksa yere bir kazık mı çakmaya, toprağa bir ağaç mı dikmeye çalışmalıyım?
Kendimize sormamız gereken soru da işte bu!
Önemli olan hangi ve kaç kelimeyi bildiğimiz değil…
Mühim olan şu: Bu kelimelere sırtımızı mı dayıyoruz, yoksa sırtımızı mı dönüyoruz… Tebessüm mü ediyoruz evlada bakar gibi, yoksa onlara kaşımızı mı çatıyoruz düşmanımızı görmüş gibi!
Kelimeler ifade edemez şu söylediklerimi; anlayacaksın!
Yani kendini, hangi ağacın bir dalı, filizi olarak gördüğün!
Çürümüş şeftaliler gibi yere çarpmak…
İçi göynümüş ayvalar gibi ağaçların dibinde ezilmek hangimize yakışır?..
En az kelime bilenlerden biri de ben olduğumu düşünürken, son on-yirmi sene içinde; sanki bu işin profesörü gibi kalmışsam ortalıkta, bu işte BÜYÜK BİR ACAYİPLİK VAR!
Mehmet Kaplan merhum, bir makalesinde: “Dil, duygu ve düşüncenin adeta kabıdır. Bir milletin bütün duygu ve düşünce hazinesi dil kabına veya kalıbına dökülür ve bu dil kabıyla yerden yere, nesilden nesile aktarılır.” der.
İşte aktarılan bütün o birikiminin nesillerce anlaşılması, birbirinin dilini anlamakla mümkün kanaatimce. Fakat ne yazık ki Fuzuli’lerin, Nedim’lerin dili şurda dursun Peyami Safa’ların, Halit Ziya’ların dilini dahi yer yer anlayamıyorsak, geçmişle bugünü nasıl kavuşturacağız? Sanal dünyanın sınırsızlığında fütursuzca katledilmiş bir Türkçe ile yazıp konuşanlara ‘dil’den, ‘kültür’den bahsetmek bilmem ne ifade edecek? Hal böyleyken, bilim eserlerini anlamaktan söz etmek ise abesle iştigal olacak galiba.
Sayın Erkul, yazınız bunları düşündürdü bana.
Sorunuza gelince…
Elbette zirveden yansıyan bütün o söylemleri duyabilmek için bilgi dağının eteklerinden zirveye doğru yol almayı göze almalıyız. Zirveyi, eteklere yaklaştırmak; dağı, dağ olmaktan çıkarır zannımca.
Selam ile…
Merhaba 🙂
İlk cümlede ağırlığı zınk diye çakıldı tüm hücrelerime
son cümle ile de ağrılar saplantı tüm zerrelerime:
“İlm mi sana inmeli, sen mi ilme tırmanmaya çalışmalısın?”
Cevap yok, taşınan vebal çok mu çok!!!
Dil, Necip Fazıl’ın bir eserini dahi okurken sözlükten faydalanıyor olmak acıtıyor aslında içimi. Kelime bilmiyor olmaktan da değil acım, bilinmeyenler nasılsa öğrenilir ama dünümden kopmuş bulunmak!!!
Bir de Arı Türkçe diye sunulmuş kurbağa dilinde sorularıma YANIT (!!) ararken yanıyorum.
Tasdik ederken söyleneni OKEY’leyip oklanıyorum.
Uğurluyorken birini BYE dersem baygınlık geçiriyorum…
Eskisine uzak, yenisi bana tuzak.
Ben hangi dili önce öğrenmeliyim?..
“Arı Türkçe…” Evet “arı”; ama EŞŞEK ARISI! Söylerken dilimizi, dinlerken kulağımızı sokuyor!
Hepsi hepsi de, bu dilimizi bindirdikleri vasıtanın freni de vitesi de yok! Güzelim kelimelerimizin yerine uydurdukları o ucube kelimelerde karar kılsalar gene neyse… Kendi uydurdukları kelimeleri de bir dönem sonra değiştirip, onun yerine bir ucube daha peydahlıyorlar!
Nesiller birbirini anlayamaz hâle geliyor! Zaten gâye de bu mu yoksa?
Sonra bu türedi kelimelerde eski (olduğu kabul edilen) o güzel kelimelerimizdeki zarafetin, estetiğin zerresi yok! Kulaklarımızı, duygularımızı okşayan o zarif kelimeler nerdee, bu kulak tırmalayan teneke gacırtıları nerde!
“Sorun” demek yerine “problem” demeyi tercih ediyorum ben…
“Problem” en azından, bir işret gecesinde, sarhoş kafayla gayr-i meşrû şekilde peydahlanıp cami avlusuna bırakılmış çocuk gibi bir kelime değil çünkü… Yabancı da olsa soyu-sopu var. Ve ona gözü gibi bakıp, koruyan bir milleti var…
HİCRAN SEÇKİN