Bugün ölümün gurbeti arşınlayan yüreğime çok yakından değdiği bir gün!
Bugün bana mütevazı olmanın o sonsuz hazinesini keşfettiren yüce gönüllünün dünyayı terk ettiği gün!
Bugün Mihriban’ın öksüz kaldığı gün!
Ölüm, kaçınılmazı heybesinde getiren ve randevusunu hiç ertelemeyen bir garip asalet…
Ölüm, ikinci el umutların sonuna üç noktalı vurgular sunan sonsuzluk…
Ölüm, yüreğin penceresine toprağın kutsal örtüsünü seren yolculuk…
Üstat, “Edebiyat, emeğin gözlerine emek ile bakanlarla büyür” demiştiniz çaresizliğimin doruk noktasındaki o umuda açtığınız pencerede. Ve ben “yarın çok uzak ve çelimsizim” dediğimde “inanmak, sabır ve duâ harmanı olacak yapmak istediklerinin” demiştiniz. Ve ben size inanan yanımın da bana verdiği güç ile kanatlarımı çırpa çırpa şiir ülkesine uçuyorum her geçen gün.
İnsan olarak doğup insan olmayı unuttuğumuz bu dönemde, bana gösterdiğiniz mütevazı olma hazinesinin bereketi ile büyütüyorum edebiyata olan sevdamın saçlarını. Ve biliyorum ki sizin yaşam felsefenizin kıyısında şiire, edebiyata ve sanata sevdalı yürekler tomurcuk olup açacak yurdumun her bir köşesinde tek tek…
Üstat, sizden okuduğum, sizin yaşam duruşunuzdan aldığım o onurlu ve iyi amaca yönelik tüm nasihatleri sizsiz yaşamın erdem duvarlarına tek tek işleyeceğim söz! Korkularımın kıraç yazgısına serptiğiniz umut ve inanç ırmağını şiir adına, edebiyat adına ve sanatın insana mayalanacak güzelliği adına akıtacağım sonsuzluğun okyanusuna söz!…
Üstat, gurbetimin közüne kış değen bir günü yaşıyorum şu an. Gerçek olan dünyaya göç ettiğiniz bugün, sanki hiç kuş yok atlasın bağrında. Sanki kanatlarını bir günlüğüne toprağa serdi kırlangıçlar! Sanki karıncalar fillerin önüne atıyor minicik bedenlerini! Sanki içimde bir çocuk öksüz kalışının katmerli acısını dağlıyor avuçlarındaki şiir ülkesine! Sanki anasının yazmasında babasını yitiren bir çocuğun gözleri taşıyor gözyaşının sancağında! Sanki çölde susuz kalanların sesindeki sancı var seni yitiren yanımın duvarlarında…
Üstat, siz “Suların Hikâyesi” ni yazarken gök ile toprak arası o yere; insanlık sorgusuz kasırgalarıyla emziriyordu kötülüğün çocuk kayıplı matematiğini. İnsanlar aldırmaz yanlarına yamaladıkları umarsız gölgeleriyle, yaşamın duru nakışlarını tek tek söküyorlardı duyarlılığın mabedinde secde edenlerin yüreğini. ”Sevgi Yetmiyor” dediğinizde unutulan mânâların kanı çekiliyordu kâinatın damarlarından… Yaratılmışların usu, şüphenin ocağında kıvranıyordu kanaya kanaya! Şükrün kıyısından uzaklaşılan yaşamların nârâsı duyuluyordu karanlığın yanardağlar büyüten gırtlağında. “Bebeğe Çağrı” derken kekeme kötülükler kaçacak yer arıyordu. Dizelerinizdeki insanlık ayıbına çare çığlığıydı belki de “doğmaya gayret et” demenizdeki kaygı! Şimdi doğmayan bebekler de ağlıyor size duyuyor musunuz seslerini! Ölüm, duvağını örterken sizin vefa ile örülmüş yüreğinize, o umudun doğmamış bebekleri yıkayacak avuçlarınızı sessizce… Kirpiğinize birlik çağrısı yaptığınız o her renkten soluklar üfleyecek nurunuza yâr olmak için Üstat! Anadolu’nun sarı yalnızlığına yağdırdığınız şiirler size duâ olup dönecek ruhunuzun âhire yürüyen çizgisinde…
Üstat, Mihriban soracak sizi bize. Nerede aşkın hece hece tüten bülbül-ü nâr-ı diyecek. Nerede, “bozulmuyor töre Mihriban” derken içimdeki hasreti hasretine bağlayan diyecek bize. Âh zulme “Sıcak Afrika’nın Siyah Ağıdı” diyerek mührünü vuran adam, dizelerinizdeki evrensel ağıtın kirpikleri dokunacak sizsiz yanımıza. “Lâmbamda titreyen alev üşüyor” diyen sızılı yanınızda biz sizi özleye özleye üşüyeceğiz.
Üşüyeceğiz Üstat…
Mekânın Cennet olsun inşaallah…
Not: Sayın Abdurrahim Karakoç’un vefat ettiği gün bir ağıtın cümle cümle dökülen yangınıdır bu yazı!
Mehtap Altan
hazin haziran 2012
Gerçek bir “ağıt”… Ardında böylesi yürekler ve kalemler bırakan üstadların, tabir-i caizse “eseri” olabilmek de çok çok büyük bir şans…
Yazan ellere, hisseden yüreğe sağlık…
Hicran Seçkin