Ekrandaki damat, meşin toplar ve bir hayali yaşamak…

 

Allah rahmet eylesin, Sadiye teyze öleli çok oldu… Bizim apartmanın yapıldığı yerin sahibiydiler. Eski halini görmedim ama sanırım ahşap olan köşkü, Osman’ın babasına verip kiraya çıkmışlar. Bir müddet başka evde oturduktan sonra; kendi toprakları üstüne dikilen, bodrum dâhil altı katlı apartmanın üç dairesini almışlar… Üst yoldan, yedi sekiz basamak çıkılarak girilen kattaki iki daireyi ve onun üzerindeki dairelerden biri…

Ara sıra “Bizim soyumuz saraydan gelir. Dedelerimiz Akşemseddin’in torunlarındandır” derler. Bu söz doğru mudur, eğri midir tartışıladursun; serde alışkanlık var ya, Sâdiye Hanım buraların eski sahibidir, yeni mekânın da hâkimi olmak ister! O zaman ne olur? “Bu da her şeye karışıyor” denen ihtiyar tiplerden biri daha ortaya çıkar…

Biz çocukların böyle şeyler umurunda değil haliyle. Bizim için bayramda elini öpünce kimin ne verdiği çok daha mühim… Sâdiyânımteyzem kaç bayram içeri aldı beni, kutudan çikolata yedirdi, cebime de mavi erkek mendili koydu. Erkek adam mendili… Daha ne olsun?.. Doğru ya da değil; kulak kabarttım ben de her anlatışında, onun hikâyesine. Zaten severdim Akşemseddin hazretlerini, daha bir sever oldum…

 

 

Muhsin amca mı? O ise elinde çanta, sabah çıkıp akşamları hava kararırken eve gelen, mahallenin bir tek çocuğunun adını bilmeyen ve güldüğü görülmemiş biri. Belki eski köşkün damadı. Her duyuşumdan sonra unuttuğuma göre, demek ki yaptığı iş ilgim dâhilinde değilmiş… Burhan bey ise Sadiye teyzenin damadı. Nuri ile Nurten’in babası. Nuri benden büyük Nurten ise küçük, ikisi arasındayım…

Şimdi bunları uzun uzun anlatsam bana çok tatlı gelir, ama belki sıkılan olur, iyisi mi kısa geçeyim…

Yıllar işte böylece aktı, hepimiz büyüdük. Büyüdükçe de hayallerimizin peşine düştük. Bu arada Sadiye teyzenin de yaşı epey ilerledi… Muhsin Bey’den sonra evinde tek başına yaşamaya başladı. Fakat kendi yaşlandıkça Nuri ve Nurten’in bekârlığı rahatsız etmeye başladı onu. Her anneanne gibi gelin ve damat arıyordu torunlarına… Nurten için bir aday bulmuştu bile; ama bir türlü kabul ettiremiyordu ne kızına ne de torununa…

“Yaa anne/anane, diyorlardı. Olur mu hiç böyle şey?..”

Kızıyla torunu böyle yan çizdikçe, o da bağrına taş basıp, yakınlarına anlatıyordu derdini…

 

 

Sâdiyânım teyzenin “damat” gözüyle baktığı adam, gerçekten de yakışıklıydı. Bir ara bana da göstermişlerdi, görmüştüm… Tuna Huş’tan sonraki kuşaktan, sanırım Jülide Gülizar hanımefendinin yetiştirdiklerinden. Mükemmel bir Türkçe, olağanüstü telaffuz, vurgular, ses ve nefes kullanması şahane…

Sâdiyânım teyze onu hangi vakit göreceğini biliyor… O saatlerde belki daha düzgün giyiniyor, evi belki biraz derleyip topluyor… Ve “hoş geldin yavrum” diyordu o “iyi günler” dediği zaman…

Sonra da; damat adayı Sâdiyânım teyzeye olan bitenleri anlatıyor, o da damat adayına Nurten’den ve mahalleden havadis söylüyor, yani konuşup duruyorlardı… Sülalede iç güveysi almak gelenekti ve tabii ki damadı evin büyük hanımları seçerdi…

Bir gün Nurten mi yoksa annesi Ayten Hanım mı ne gelmiş, hışımla televizyonu kapatmış; hem de tam “sohbetin” en koyu yerinde!.. Tam da onu ne kadar beğendiğini söylerken, tam da damadı olması için diller dökerken… Kıyamet kopmuş haliyle “niye kapattın damadımı” diyerek; ne mirastan men edeceği kalmış, ne de “koca bulama” bedduaları…

Sonra da mahalleye yayılınca olanlar; zavallı kadıncağızın hayalleri suya düşmüş. Bir daha görüşemesinler diye; belki televizyonun antenini bozmuşlardır veya kızcağıza başka bir aday bulmuşlardır, unuttum…

 

*  * *

 

Herkesin hayalleri var. Biz de geçenlerde, bazı hayallerin finalini yaşadık…

İstanbul’un en büyük spor tesislerinden biri olan Zeytinburnu Abdi İpekçi kapalı spor salonu ağzına kadar doluydu… Büyük bir şenlikti, tebrikti, takdirdi bu ve daha çook şeydi… 9.000 (dokuz bin) başarılı öğrenciye bisiklet hediye edilecekti…

 

 

Çoğumuzun babaları hayatta, bazımızın dedeleri de sağ. Ama bizim bile çocukluğumuz, şimdiki çocukların anlama/kavrama sınırlarının ötesinde geçti:

Maça çıkacak forma bulamaz, forma satan yer bulsak para yettirip alamazdık… Havaya fırlatılsa rüzgârdan uçacak veya biri şut çekse ortasından yırtılacak toplar satılırdı, bakkalların hatta manavların önüne asılmış, fileye benzer çuvalların içinde… Büyük ağabeyler ise, hızlı vursan ayak tırnağını parmağının içine ve/veya parmağını ayağının ortasına gömecek, sanki kütükten yontulmuş toplarla çıkarlardı maçlara. Bu meşin toplar; içi şamyelli (daha doğrusu şambrelli) ve ağzı kopmaz iplerle, bir ayakkabı gibi sımsıkı bağlanmış olurdu. Bu toplar bize doğru kaçsa tekme atamazdık, ayağımız kırılır korkusuyla…

Boyası çoktan soyulmuş kramponlar ise oyuncu değişirken oyunda kalır, yeni giren oyuncu tarafından giyilirdi…

Hem de İstanbul’da… İstanbul’un, toz kalkmasın diye maçlardan önce ıslatılan futbol sahalarında!

 

 

Bir mahallede iki üç bisiklet ya var ya yoktu. Onlar da, bir yere hızlı vursan eğiliverecek hissini uyandıran boyalı borulardan yapılmıştı… Zaten biraz parası olan bisiklet kiralar, iki tur atıp hevesini alırdı…

Bir gün bunları yazacağımı bilsem, belki daha dikkatle bakardım çevreme. Fakat kimin aklına gelir ki; her gün yaşadıklarının bir gün tarihe karışacağı?

Tarih okurduk. Severdim de tarihî hikâyeler dinlemeyi…

Hele ki, hayretimi hayal edin; geçmişte, bir zamanlar, bu şehrin sokaklarındaki evler güzel görünsün diye yapılanları okudukça… Çocuklara hediyeler dağıtan yardım kuruluşlarının var olduğunu okudukça… Evcil ve yaban hayvanlarını bile koruyup kollamak için düşünen kafaların var olduğunu okudukça… Yol kenarlarına çiçek ve fidanlar dikip, onları budayan, sulayan işçiler tutulduğunu okudukça…

O döneme “Lale Devri” ismini yakıştırmış son zaman yazarları…

Ama ben çocukken hayal bile edemezdim; Lale Devri’nde yaşamış dedelerimiz için anlatılanların gerçek olduğunu, bunların olabildiğini…

 

 

“İkinci Lale Devri” isminde bir yazı yazmış ve iki kere yayınlamıştım.

Lale Devri; zarurî ihtiyaçlarını halletmiş, çoğunluğu müreffeh (refaha ulaşmış) bir toplumun, yoksulluk zamanlarında “lüks” denecek konulara da eğilmeye başladığı dönemlerdir…

Eğitim-öğretim yılı biterken, kendi okullarında ilk üç dereceye giren 9.000 (tam dokuz bin) öğrencisi bir araya toplandı bu şehrin… Yakınlarıyla birlikte 30 bin kadar insan doldurdu salonu… Her isteyene birer, ikişer, hatta üçer tane plastik sopalı, yarım gazete sayfası boyunda, bezden yapılmış Türk bayrakları hediye edildi… Ardından çeşitli şenlikler, ışık gösterileri, konserler geldi… Hayırsever iş adamlarının da desteğiyle verilen hediyelerden; “sadece bisiklet için ödenen miktar, 10 trilyon tuttu” dediler…

Bir şeyler oluyor, farkında mısınız?

 

*  *  * 

 

Çocuktuk… Hayaller kuruyorduk… Çocuklarımız, bu hayalleri yaşıyor bu gün…

Bugünün çocukları da hayaller kuruyorlar bu gün. Hem de güzel hayaller kuruyorlar… Dilerim ki, bir gün gelir;

“Çocuktuk… Hayaller kuruyorduk… Çocuklarımız, bu hayalleri yaşıyor bu gün” der benim gibi, şimdinin hayal kuran çocukları…

Yeter ki çalışsınlar, hayallerinin peşinde koşsunlar ama hayalleri rahmetli Sâdiyânım teyzenin hayalleri gibi olmasın!

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir