Efendim,
Ellerim titrek! Yüzüm solgun bu gece. Acım büyük hasretinizden…
‘’Üzülmeyiniz’’ der gibi hayalimde bir resminiz var. Ama bırakmıyor ki yalnızlık hâli. Oymuş diyorum abilerin Eylül ayından evvel, görüp göreceği;
Meğer bu gün yetim kalmak varmış kaderde…
Mevsim sonbahar değil, Efendim. Mevsimlerden Kış… Deniz gri. Gökyüzü dağınık. Dağlar duyar da ağlar bu gün, Abi’lerin hasretini…
Ve kuşlarda dahi vuslat içinde kanat vurdular bu gün, çığlık çığlığa sizleri uğurlamak için…
Kimseler bilmez efendim, oysa bu gün bir mevsimde değildir vakit. Ve zaman donacak kadar güzel şimdi. Çünkü mevsimsiz bir vakitteyiz… Bu gün Şeb-i Arûs dur. Bir düğün gecesi… Sevgiliye kavuşma gecesi…
Demek ki hasretinizden bilememişiz. Meğer Levh-i Mahfuz’un da olurmuş cilvesi. Ve meğer bir rüyanın sahnesi aynen vücut bulurmuş, emir vaki olunca…
Şimdi kabriniz ışıkla doldu, güne karanlık çöktü. Ve kesrette zulmet var, bahçenize nur…
Yoksa cennet mi bu kadar arzuladı sizi? Hal bu ki, daha vakit çok erkendi…
Efendim,
Kimseler bilemedi bendenizin bildiğini.
Bir tek zat-ı Âlileriniz bilirdi sevdamı… Ne güzel de sakladık bir sırrı bu güne değin. Kimseler sormasın. Evet, ne ben söyleyeyim, ne de onlar desin. Belki beraber çekildiğimiz bir resmimiz bile yok! Ama iç çekmek var bundan ötürü. İçlenmek… Eksik kalmak var! Mahzun düşmek! Gözyaşı var…
O halde herkes göreydi de, bendeki o bir damlanın, özüne ineydi…
İmreneydi de diyeydi; ‘’Ne olaydı da bir fotoğrafımız olmayaydı ve sevmek işte bize de, böyle nasip olaydı.’’
Zira o çölde aslan avlıyordu… Ve lakin gönül avlamak nasıl ”Hazret” kıldıysa Hamza’yı…
Bendeniz gaflet içinde yaşarken hayatı; Bir anda sevmek sizi, layık etti adımı. Adamlığımı…
Kaderin cilvesine bak! İlk burada karşılaştık, bu gün de aynı yerden vedalaştık…
Efendim,
Sonra okudukça anladım. Sevdikçe bildim.. O Hazreti Hamza’ydı. Ben dahi Adaşı…
O asla korkmadı, gözünün gördüklerinden. Ben ise ‘’Aşkı‘’ tattım, gözümün görmediklerinden.
İşte bu yüzden sevdim Cenabı Peygamberi dünya gözüyle görmeden…
Ve gayba iman ettim. O kıymet biçilemeyen yazılardan. Bir İlmihalden, bir de sizin hüznünüzden…
Siz ve bendeniz! Bendeydiniz… Zira bir ben yoktu bende. Zat-ı âliniz vardı kalbimde. Bendenizde.. Kölenizim işte… Mührünüzü vurun ne olursunuz şu garibanın mektubuna!
Yoksa güneş doğmadan biraz daha mı kalmalıyım kabrinizde?
Bu gün doyasıya konuşabilirim artık. Söz olurmuş, olsun! Siz benim can içimde cananım değil misiniz? Öylesiniz çünkü bu gün sizin gününüz. Bizim ise öldüğümüz…
Şimdi duysun insü cin. Ve dağlar taşlar, hasretiniz ki her yanımızı kaplar. Ah Zülf-i Yâr! Yaşama gayemsin sen. Çok şükür hemen bir vekilin gönül penceresinden…
Binlerce el bir elde birleşince…Elhamdülillah ne güzelmiş bir musafaha..
Ve biat ki, sevmek… Biat ki ölünceye dek sadakat…
Efendim,
Ben ki, sevmenin aslı nedir? Bilemem ki… Alem-i misal mi? Göremem ki…
Bildiğim, Bu dünya hayal. Sevmekse tek gerçek.. Ve elbet bir hayali gerçekleştirecek… Mücahit abiler Yeni Mücahitler yetiştirecek…
Lakin gitseniz de, hiç fark etmez! Sizin bıraktığınız bayrak Üçüncü bin yılında da gökleri hep süsleyecek…
Efendim,
Yola çıksak ağlıyoruz. Çarşı pazar dolaşsak ağlıyoruz. İnsanlar görüyor! Gene de ağlıyoruz.
Ne olacak bunun sonu, bilmiyorum.
Durduk yere ağlamak kimsenin gelmiyor ki elinden…
Aman efendim,
Biter mi bu hasret? Şimdi yürüyoruz… Yamaçlardan bir koridor açılıyor Yemyeşil… Yağmur yağıyor… Hizmet için kavruluyor çocuklar…
Henüz Beş yaşına basmamış oğlum Enver dua ediyor.
‘’Allah’ım Enver dedem sana gelmiş. Ona iyi bak!’’
Ve bana diyor ki; ‘’Baba merak etme o gider sonra geri gelir.’’
Efendim,
Bu gün Hasret ve sevinçteyiz.. Bu iki hal sanki hüznün bileşkesi gibi… Bir sır ki sizin şifalı bakışlarınızda gizliydi. Ve gülümseyen gözlerin ardındaki o hasrette…
Efendim,
İsminiz anıldığında her yerde gözyaşım var.
Bir tek unutunca ağlamak yok!
Lakin gittiğinizi hatırlayınca, mahvolacak kadar…
Ve söz veriyorum bu davanın zarif insanına; ‘’ insan kalacağıma…’’
Hamza Eydalı
(22 Şubat tan 25 Şubata 2013… İmsak vakti)