Küçük kutular içinde fide yetiştirirdi ninem; menekşeler, mineler, karanfiller… Sonra bunları, kendi bildiği bir zamanda duvar üstünden indirip, uygun yerlere dikerdi.
Okuyup yazma bilecek kadar büyümüştüm.
Bir yaz günüydü. Dedemin seslendiği tarafa gittim. Elinde iki küçük kutu, ikisinin de içinde birer fesleğen vardı. Birini bana uzatarak;
“Al bakalım bu senin” dedi.
Sanıyorum ilk çiçeğim oydu benim; çok sevinmiştim. Her taraf ot, çiçek, ağaçtı ama bunların hepsi herkesindi… Değişik bir duygu bu; siz de çocuklara çiçek verin, o hazzı yaşamalarını sağlayın!
Ve bir gün sana, uyduruk teneke kutusu içindeki fesleğen filizi veriliyor; dünyalar senin oluyor…
“Bunun bakımını yapmayı becerebilir misin?”
Öyle bir soruydu ki bu; sevincin ardından başarma duygumu da tahrik ediyordu!.. Yani artık nineme sorar, anneme danışır, ne yapar eder başarırdım bu işi… Yüzüne baktım ve başımı salladım. Tebessüm etti.
“Aferin benim akıllı oğluma, dedi… Ama üç gün sonra ikisini yan yana getireceğiz ve hangisinin daha iyi gelişip güzelleştiğini göreceğiz, tamam mı?..”
“Tamam” dedim…
Dedemin sesini duydum üç gün sonra; ikindi namazı için yeni abdest almıştı. Hemen koştum. Çünkü üç gün içinde tastamam öğrenmiştim bir fesleğen filizinin nasıl büyütüldüğünü.
“Koy bakalım ikisini yan yana” dedi, kendi fesleğenini göstererek.
Dediğini yaptım. Baktım ki, dedemin fesleğeninden fena değildi benimki. Hatta, galiba daha da canlıydı… Dedem de bakıyor ve arada bir “hımm” sesleri çıkarıyor, “aferin, aferin” diyordu… Cesaretlenmiştim biraz…
“Dede, dedim. Bu çiçeğe hiç su vermedin mi sen üç gündür?”
“Veririm oğlum veririm, dedi. Hele biraz büyüsün de, sulayacağım!..”
Anlamadım ya neyse, vardı elbet bir bildiği dedemin.
Fesleğen yetiştirmenin püf noktalarını öğrenmeye devam ettim: Onu köklerinden beslemem gerektiğini; yeteri kadar sulayacağımı; ne zaman yıkayacağımı; hangi dallarını ve ne kadar uzarlarsa birer çimdikle kopartacağımı; günde kaç defa avuçlayıp saçlarını okşayacağımı öğrendim hep…
Tek toz zerresi yoktu çiçeğimin üstünde. Her dalının her yaprağı pırıl pırıldı ve her okşadığımda avucum bile mis gibi kokuyordu…
Bir süre sonra tekrar yan yana getirdik fesleğenlerimizi…
Baktım… Ve gözlerime inanamadım… Dedemin çiçeği sararmaya başlamış, uçları kıvrılmış, toprağı çatlamış hatta saksısının içinde oynamaya başlamıştı…
“Dede, dedim… Ölüyor bu fesleğen! Hiç sulamıyor, hiç beslemiyor, uçlarını hiç temizlemiyor musun?”
“Beslerim oğlum, sularım, hele biraz büyüsün de”, dedi…
Şaşkın şaşkın baktım dedeme… Çünkü gene bir şey anlamamıştım… Öyle ya, bir çiçek kuruduktan sonra, içi boşaldıktan sonra, sağlıksız ve çarpık çurpuk irileştikten sonra… Yani iş işten geçtikten sonra istediğin kadar besle, sula, okşa neye yarar, diye düşündüm…
Bir kısmını da ifade ettim bu fikirlerimin…
Zaten dedem de işte bunu anlamamı istiyormuş benim. Sonradan öğrendim…
Fesleğen filizi değilmiş yani, yetiştirmeyi öğreneyim diye uğraştığı…
İnsan evladıymış!
Stop
Muammer Erkul
11 Ocak 2007 Perşembe