Geç kalınmış randevu… [17 Ağustos 2001 Cuma]

Onu, 86 senesinde bir kere görmüş, sonra ise hep adını duymuştum… O, hastalıklar ve ilaçsızlıklar yıllarında “tükenen” bir ailenin hayata direnebilen tek ferdiymiş!.. O, yokluklar zamanında, almış “başını” koymuş omuzuna ve Edremit taraflarına gidip, önce inşaatlarda iş… Sonra da kendine bir “eş” bulmuş…
Gecenin adı “gündüz” olmuş muu, bilinmez; ama gurbetin adı “sıla” olmuş git gide!..
Lakin, derin de bir sızı kalmış içinde;
Nasıl ki içinden çivi çekilen bir ağaçtan “sızarsa” acı, işte öyle bir şeyler akmış hep içinden!.. Belki de bu yüzdendir, bilinmez; adı “vefa” ile birlikte anılmaya başlamış… Çünkü ne zaman bayram görülse, ne vakit düğün kurulsa çıkıp gelmiş… Öyle ki, kapı çalınmaz bir karanlıkta, henüz vasıta görmemiş bu köye tırmanıp gelse bir karaltı;
“- Ali geldi!” Dermiş duyanlar… Gelen de zaten hep o olurmuş.
Ama ona giden olmazmış bir türlü… Arayan da olmazmış hatta… Bunlara üzülür ve, her gelişinde;
“- Bakın bir daha gelmeyeceğim… Aramazsanız bir daha aramayacağım…” dermiş. Ama onun o kadar zor şartlarda ve uzak yollardan gelmesine alışık olanlar inanmazlarmış bile onun bu sözlerine… 

Önce Körfez depremi, ardından Düzce depremi; sarsılmış insanlar… Yüzdört tane mezar kazılmış sadece onun ilçesinde. Ama o gelmemiş…
Onun, beklenmeden gelmesine alışmış olanlar beklemişler, beklemişler ama bu defa da o yok!..
– Ali gelmedi mi?
– Hayır…
– Aramadı mı?
– Hayır!..
– Ölmediyse silmiş demektir hepimizi defterden. Ama Ali de öyle yapmaz ki!.. 

Onu 15 sene önce bir kere görmüştüm. 45’in üstündeydi yaşı. Sessiz, sakin ve hassastı… Gelmişti, bir çay içmiştik beraber. Sonra kalktı, davetini yaptı ve gitti…
Bir daha ne yüzünü gördüüm, ne de sesini duydum.
Bunca yıl içinde telefon numaraları da defalarca değişmişti zaten… Ama adres belliydi:
“Akçay’dan on kilometre kadar sonra Kadıköy’ü, orda da Karadenizlilerin kahvesini bulacaksın, beni herkes tanır…”
Kahveyi bile bulmaya lüzum kalmadı, çünkü meydanda sordum birine:
– Karadenizli Ali Karadeniz’in evini biliyor musunuz?
– İki oğlu var hani, inşaat ustasıydı, değil mi?..
– Evet, evet…
– Ama öldü o geçen sene!.. 

Uzun zamandır belki de ilk kez “yabancı” bir araba girdi bu sokağa… Uzun zamandır belki de ilk kez “yabancılar” girdi bu kapıdan… Uzuun seneler boyunca kendisini aramayanları hep arayıp durmuş olan bu adamcağızı arayanlar da zamanını rastlatamadılar işte!..
Rahmetli Ali abi yakalanmış olduğu amansız hastalığıyla uğraşmaktaymış deprem zamanı ve tam bir sene önce de vefat etmiş. (Allah-ü teâlâ ona ve her birimize rahmet eylesin, amin.)
…..
Birkaç gün sonra tekrar geldik köye. Yengeyi ve (ne tesadüf ki birkaç sene öncesine kadar annesi okuyucumuz olan) torunlardan büyük olanı aldık yanımıza ve gövdeleri şekilden şekile girmiş zeytin ağaçlarının arasındaki yoldan geçerek mezarlığa ulaştık. 

Yıllar önce bir kere görmüştük birbirimizi, ama yeterince konuşamamıştık.
Şimdi mezarında “konuşmaya” başladı Ali abi, bizi görünce… Heyecan içindeydi ve hiç durmadan bir şeyler söylüyor, anlatıyor ve uyarıyordu…
…..
Açıkçası her söylediğini de anlamıyordum…
…..
Az sonraysa sanki ben “gelen” değil; “gelinen” oldum!..
Ve işte o zaman can havliyle haykırmaya başladım kabrimin başındaki sevdiklerime…
Hiç durmadan bir şeyler söylüyor, anlatıyor ve uyarıyordum…
…..
Açıkçası her söylediğimi de anlamıyorlardı galiba!.. 

Biraz sonra ise neyi farkettim biliyor musunuz?..
Onun söyledikleri, anlattıkları ve uyardıklarıyla; benim söylediklerim, anlattıklarım ve uyardıklarım neredeyse aynıydı!.. Yani, oraya her giren, oraya girecek olanlara hep aynı şeyleri anlatmak istiyordu galiba!..
…..
Yani, şimdi ilk defa, Ali abi ile ben aynı “dilden” konuşuyorduk!..

Stop
Muammer Erkul
17 Ağustos 2001 Cuma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir