Gölgeni gördüm/2 [29 Ekim 2001 Pazartesi]

Gölgeni gördüm/2

(Ben, saymayı arnavutkaldırımlarında öğrendim..)
Siniyordu şehir ve sis gibi yumuşacık ama kararlı bir şekilde iniyordu akşam…
Akşam iniyor, şehir siniyor ve herşey siliniyordu sanki!..
…..
Sayısız evler vardı rengarenk, güneş altında parlayıp duran… Peki, soğuyan bir ölü gibi matlaşıyorken şehrin yüzü, renkler nereye gidiyordu?.. 

Ben, şimdi derin sokakların içine, çamur rengi havayı soluyarak; sanki kaybolmak için, ve sanki boğulmak için giriyordum!..
Karanlık, her an artan yorgunluğuyla; bastonuna dayanan bir ihtiyar gibi, elini enseme bastırıyordu sanki… 

Yürüyordum; boynuma kadar kimsesizliğe batmış olarak…
Nefessizliğim demek belli oluyordu ki; öksüren bir fukara çocuğuna acıyarak bakarken kendi çocuğunu düşünen anne gözlerine benzeyen “pencereler” görüyordum…
Bana bakıyor, ve kendi “çocuklarını” düşünüyorlardı!..
Ben, yere bakıyordum.
…..
Ben, zaten saymayı bile böyle, yerlere bakarken öğrendim! 

Ben, saymayı arnavutkaldırımlarında öğrenmiştim; on tane fasülyem bile bulunmadığı zamanlarda!.. 


 
Silinen şehrin, silinmemeye direnen evlerinin bulunduğu sokaklarda… Hani, arnavutkaldırımlarına, iri mektup pulları gibi sarı ışıklar yapıştıran pencerelerin önünden geçerken…
Yola dökülen bu güzel ışıklara basamazdım korkudan…
Sanırdım ki; ayağım değerse murdar olacak…
Ziyan olacak bir parça ekmek gibi… Ve gül ağacının altına bile süpürülemeyecek, ve kırıntılarını serçeler bile yiyemeyecek!.. 

Ben önce yolumdaki taşları saydım…
Sonra, arnavutkaldırımlarında tıkırdayan adımlarımı!
Sonra, hiç birine başımı kaldıramadığım pencerelerden dökülen sarı ışıkları saydım yerde, pul pul… 

Sonra bir başka pencerenin ışığını gördüm…
Ama, açılmış bir pencereydi bu, ve önümü aydınlatıyordu ışığı…
Ve ışığın ortasında;
Gölgeni gördüm!…
ilave…
…diye yazıp fırlamıştım, beş-altı aydır çıkmadığım inimden… Telaş değildi bu bendeki; can havliyle bir çırpınıştı…
Medeniyete inip Medine’ye girer gibi; dilendim kapılarında yol sorduğum medenîlerin… Ve işaretlerini takip ile “bâb-ı âli”ye vardım…
…..
O an, dalgalardı vuran artık başını, benim yerime; yalının bahçe duvarlarına… Acı biberlerdi konan önümüze, “tek vâris”in elinden; yenmeez-yutulmaaz…
Ve sorulmadaydı; “Sen de yedin mi oğlum?..”
“Yedim efendim, salatanın içinde vardı!..”
“İyi… O acı sana yeter!..”
…..
Yetti efendim! 

Bir saat yirmi dakikada bitecek günden önceki günün bitmesine bir saat yirmi dakika vardı… Ben, sevinmekteydim doğum günü yemeğimi bir buçuk saat önce yediğim için… Halbuki bize, yani bir avuç içine toplanan parmaklar gibi bir sofranın başına toplanacak kadar insana o gece yedirilen; nefes alınmaz günlerin acısıymış!.. 

Halbuki ben, saymayı bile Fatih’in arnavutkaldırımlı sokaklarında öğrenmiştim; zamanın ve mekânın içinde “kayıp” olduğum yıllarda…
Ben; önce yolumdaki taşları… Sonra da arnavutkaldırımlarında tıkırdayan adımlarımı saymıştım!.. Sonra, hiç birine başımı kaldıramadığım pencerelerden dökülen sarı ışıkları saymıştım yerlerde, pul pul…
…..
Sonra bir başka pencerenin ışığını görmüştüm… Ama, diğerlerinin aksine “açılmış” bir pencereydi bu, ve önümü aydınlatıyordu ışığı…
Ve ışığın ortasında gölgesini görmüştüm;
Tanıyamadığımın!.. 

Karen’e dönmek ne demek, anlıyor insan!..
Veya anlamaya çalışıyor; dergahta taze örtülen kabrin başından dönerken… 


 
“Yazmaya devam” olmasaydı duyduğum son söz;
Tükenmişti kalemim!..

147.
İlâhî nedir bu aşk, yakdı cismü cânımı?
Bundaki zevk başkadır, duyulur izhâr olmaz.
Ne tarafa giderim, bırakıp sultânımı,
Seni sevdi bu gönül, ölse ele yâr olmaz!

Stop
Muammer Erkul
29 Ekim 2001 Pazartesi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir