Gülistan’dan bir hikaye
(Çoktandır devletin başına bela olan haramiler nihayet yakalanmış ve saraya getirilmişlerdi…)
Padişah, öldürülmeleri için buyruk verdi.
Aralarında genç bir adam vardı haramilerin. Yüzü, baharda bahçenin yeşillenişi gibiydi. Çiçeği burnundaydı. Vezirlerden biri atıldı, Sultan’a yakararak, “ömür bağından henüz yemiş vermemiş bu genç” dedi, “gençliğinden bir yarar görmemiş. Canını bağışlarsanız kullarınızı mutlu edersiniz sultanım.”
Padişah doğru bulmadı bu düşünceyi, “soysuz olan, iyilerden yararlanamaz” dedi, “Yeteneksiz kişiyi eğitmeye çalışmak, kubbenin üzerinde ceviz durdurmak gibidir. Bunların çocuklarını, yakınlarını ve ailesini de ortadan kaldırmalı, köklerini kazımalıdır. Ateşi söndürürken korunu bırakmak ya da yılanı öldürüp yavrusunu bırakmak akıl kârı değildir.”
Bulutlar, sonsuzluk suyu yağdırsa da üzerine, söğüt meyve veremez.
Soysuzla zaman yitirme, hasır kamışından şeker çıkmaz.
Vezir az önceki isteğinden vazgeçti Sultan’ı dinleyince. Onu onayladı ve “Allah varlığını sürekli kılsın” dedi, “doğru söylüyorsunuz, lakin bu delikanlının kötülerle arkadaşlığı sürse onlardan biri olacak ve onlara benzeyecek. Oysa çocuk denecek kadar küçük o. Fıtratı tümüyle bozulmamış, iyilerle düşüp kalkar, onlardan yararlanırsa, umarım güzel ahlaklı olur” Allah’ın Elçisi: “Her çocuk İslam fıtratı üzere gelir dünyaya” buyurmuştur, “fakat anne babası sonradan Yahudi, Hristiyan veya Mecusi olarak yetiştirebilir.
Lut Peygamberin oğlu, kötülerle arkadaş olduğundan O’nun izinden gitmedi ve peygamber ailesinden olma onurunu yitirdi.
Ashab-ı Kehf’in köpeği, birkaç gün iyilerin ardına düştü ve insan gibi bir onur kazandı.”
Vezirin bu sözleri Sultan’ın huzurunda genç harami için olumlu bir rüzgar estirmişti. Sultan’ın nedimleri de katıldılar onun dileklerine ve bağışlanması için yakardılar.
Padişah bir vakit düşünüp taşındıktan sonra, delikanlının canını bağışladığını söyledi ve “Zal’ın Rüstem’e ne dediğini biliyor musun?” dedi, “düşmanı güçsüz ve önemsiz görmek yanlıştır. Kaynağı küçük su, çoğalınca deveyi bile sürükleyebilir önünde.”
Vezir delikanlıyı evine götürdü ve bakımını üstlendi. Eğitimi için bir öğretmen görevlendirdi. Kısa, fakat gayretli bir tedrisattan sonra, güzel konuşmayı, doğru düşünmeyi, Sultan’ın huzurunda nasıl oturup kalkacağını, memleket meselelerini, hülasa kendisine lüzumlu olan her şeyi öğrendi.
Bir gün Padişahın huzurunda, imalı bir biçimde, “akıllı ve iyi insanların tesiriyle delikanlının ahlâkının değiştiğinden” söz etti Vezir, “eski huylarından tümüyle vaçgeçti” dedi. Padişah gülümsedi; “insanların arasında büyüse de kurt yavrusu kesinkes kurt olur.”
Aradan yıllar geçti. Mahallenin serseri gençleriyle arkadaşlık kurmaya başladı delikanlı. Hırsızlık yaptılar. İçki içip sarhoş oldular, mahalleliyi rahatsız ettiler.
Kendisine iyilik yapan Vezir’in iki oğlunu öldürüp, para ve mücevherlerini çalarak geldiği yere, tekrar dağa kaçtı delikanlı.
Padişah bunu duyunca, “kötü demirden iyi kılıç olur mu hiç?” dedi üzüntüyle, “alçak kişi terbiyeyle adam olmaz. Yağmur tertemiz ve yararlıdır. Fakat lale bahçesine yağarsa çiçek bitirir, çöplüğe yağarsa çerçöp… Çorak toprakta sümbül yetişmez. Umut tohumunu boş yere ekme. Kötüye iyilik etmek, iyiye kötülükte bulunmak gibidir.”
——————————————————–
Hafakana çare; kitap
Bazen “böyle” oluyorum işte…
Neden?.. Bilmiyorum.
İçimde, tırmalayıcı çalıları savurup duran bir rüzgar; uğultularıyla birlikte.
Böyle zamanlarda insan, her istenmeyenin sanki kuyruğa girdiğini düşünüyor yakasına asılmak için…
“Canım”lara bile tahammül etmek imkansıza yakınken, bir de sahte “canım”lar.
Şimdi birazcık uzağında kaldığım sevgili “öğretmenim” beni en sık bunun için eleştirirdi;
“İçindeki dışında… Her şey suratından belli oluyor. Halbuki senin gözlerine bakan insanlar var, rotasını çizmek için…”
Sonuna kadar haklıydı.
İçimdeki çalkantıları suratımın “hissetmesine” engel olamıyorsam eğer, kendimi motive etmem ve “içimi düzene sokmam” gerekiyor.
Yine de, yine de hazmedemiyorum; bir yavru köpeğin bile hissedip istemediği sahte sevgilerin sahteliğinin farkına varmıyormuş gibi davranmak zorunda kalmayı…
Hiçbir çiçek, güneşi görmeden “açmış gibi” yapmıyor…
Hiçbir ağaç yaz sıcağıyla sarmaş dolaş olmadan “meyve vermiş gibi” yapmıyor…
Ve hiçbir köpek kızgınlığını kamufle edip siyaset yapmıyor.
“Delikanlılık” insanî bir tabir. Duyguların gerçek ve doğal olması…
Ama delikanlı olmayanlar da insanlar yine!..
Dedim ya; aksilikler gelir üstüste, sen eğer yelkenlerinin ipini kaçırmışsan… Aradığın insanlar bulunmamaya “karar verirler” sanki ve şu “lüzumsuz” bankalar o gün bilgisayarlarını değiştirip “milenyum”a adapte olmaya karar verirler…
Bunun adı “cinnete beş var” demek!..
Bazen ayaklarım “yolunu” biliyor…
Gani, (daha önce okunmuş da olsa) aradığım kitabı bulmuş… Ayrıca dağıtım için gelen kamyona dalıp bir sürü kitap ayırmış…
Önüme yığıyor.
Girip çıkan müşterilere aldırmadan, ben, tezgahın arkasında bunları karıştırıyorum. Zaman bazen ne kadar da hızla geçiyor.
İftara onbeş dakika var ve ben biraz sonra dolacak olan lokantanın ilk iftarlık müşterisiyim. En güzel sandalyeye oturuyorum. Yanımdakinde de içinde yeni kitapların ve kalemlerim bulunan poşet oturuyor…
Şu, bir kitabı rastgele açıp (nasıl olduğunu bilmediğim) tam da orada “ilacımı” bulmaya bayılıyorum.
Elimde Şeyh Sâdî-i Şirazî’nin Gülistan’ı var. Biliyorum ki çok ayıp, ama itiraf ediyorum ki ilk defa alıyorum bunu ve ilk defa okuyacağım…
İftar yaklaşıyor. Ben, rastgele açtığım bir bölümü okuyorum.
Haramiler (herhalde kötü duygular) ülkenin (her halde içimdeki ülkemin) dağlarını tutmuşlar; yol kesip, değerli yükler taşıyan kervanları soyuyorlar… Hatta ilk etapta müdahale etmek için giden kuvvetleri de dize getiriyorlar.
Civarın ileri gelenleri toplanıp bir çözüm yolu arıyorlar… “Bir şeyler yapmalıyız, böyle giderse bir daha baş edemeyiz” diyorlar…
Kökleri taze bir fidanı söküp çıkarmak kolaydır topraktan.
Derinlere kök salmış olgun bir ağacı onlarca güreşçi bir araya gelse sökemez yerinden.
Pınar başını bir kürekle kapamak mümkündür, su artınca fil üstünde geçmek bile imkansızlaşır.
Düşünüyorum; “Kökleri taze bir fidanı söküp çıkarmak kolaydır topraktan… Derinlere kök salmış olgun bir ağacı onlarca güreşçi bir araya gelse sökemez yerinden…”
Bu, müthiş bir ifade…
Ve Şeyh bunu 13. yüzyılda, benim bugünüm için kaleme almış olmalı… (Neden olmasın?..)
Öyleyse, içimdeki bu kökleri taze fidanı söküp atmalıyım… Peki neyle?..
Yollardan biri; kitaplar…
“-Afiyet olsun… Hadi afiyet olsun, vakit tamam, afiyet olsun, Allah kabul etsin!..”
Lokanta dolmuş. Herkes orucunu açıyor…
Solumda, Şeyh Sâdî-i Şirazî’nin aldıktan sonra değil, alırken “al” dediği kitaplar oturuyor. Tam altı kişi!..
Kitapların karşısında genç bir baba, yanında da (yani karşımda) dört-dörtbuçuk yaşındaki kızı.
Bu küçük kıza cebimde küçük bir çikolata var… Gözgöze geliyor, gülüşüyoruz. Sonra da tam önüne koyuyorum kırmızı kağıtlı çikolatayı.
“Teşekkür ederim” desene, diyor babası. O;
“Bilmiyom ki..” Diyor.
Ben konuşmadan, elimle; “boşver, aldırma şu büyükleri” der gibi bir hareket yapıyorum ona…
Ve ardından o küçük kız, babası, iki yeni kalemim, Şeyh Sâdî-i Şirazî’nin Bostan’ı, Gülistan’ı (Timaş-Yay. Haz. Sadık Yalsızuçanlar), Ahmet Refik’in Eski İstanbul Manzaraları (Timaş-Sadeleştiren: Dursun Gürlek), Nurullah Genç’in Rüveyda’sı ve Yağmur’u (Timaş-Şiir), İbrahim Refik’in Tarih Şuuruna Doğru 1. cildi (Gökkuşağı) ile birlikte orucumu açıyorum.
——————————————————–
DOSTLARIM
Dostlarım ev eşyamdı, hepsi gitti diyorum
Artık boş odalarda ölümü bekliyorum.
N.F.K
22 ARALIK 1999 ÇARŞAMBA
14 Ramazan 1420
*Rumî: 1415-Kasım: 45
*12. ay, 31 gün, 51. hafta. Yılın 356. günü… Kalan gün: 9
*Sultan III. Murâd Hân’ın tahta çıkması. (1574)
*Dünya Kooperatifler Günü.* Güneş oğlak burcunda…
Stop
Muammer Erkul
22 Aralık 1999 Çarşamba