Kuzguna mı bu kadar güzel görünmekte yavrusuu, yoksa yavru mu gerçekten bu kadar güzel?..
Neddiyon genee?..
Diyom ki; yarım dakika kaldı, birazdan (bütüün demiyeyim ama) çook genç kızın yüreciği “gümbüüür gümbür” edecek!..
…..
Kuzgun kim? Bendeniz… Yavru kim?.. Ömer!..
Çatlatmasana yav, peki Ömer kim?..
Ömer mi? Ömer, Kenan Işık’la yarışmakta olan, ve Filyos çayının Karadeniz bölgesinde olduğunu bilerek 16 milyarı da sabitleyen dünya yakışıklısı
Aniden görüverdim karşımda; Aa, bu Ömer yahu, Ömer Gülel… Dur bakayım.. Evet, tabii ya, son hafta sakalını bıyığını kesmemiş, saçlarını biraz uzatmış ama o işte bu. Nasıl da özlemişim, iyi de yarışıyor, hadi!.. Hah, helal olsun, hatırladı… Evet, bunu da bildi… Hadi Ömer, Allah yardımcın olsun, bitir şu işi!..
Aklıma geldi, bir senedir sesini bile duymadığım “küçük kıymızı bebek”in babasını aradım hemen;
“Osman, televizyonda Ömer var, yarışıyor!..”
“Bizim Ömer mi?..”
Bitmeyen, devamı sonraki programa kalan yarışmanın ardından Osman (Karabacak) ile biraz hatıralara daldık, sonra da ben tek başıma devam ettim kaldığımız yerden…
Neredeyse iki yaşına gelmek üzereymiş Ahmet Ertuğrul… Doğduğu zaman “Küçük kıymızı bebek” ismiyle yazdıklarımı hatırlayanlar vardır belki de.. Aynı yazıda ayrıca uzun uzun Galatasaray Lisesi Tarih Kulübü adına çıkarttığımız dergiden de bahsediyorduk:
“…..
Pilavlarda okul acaip kalabalık oluyor. Bahçedeki kantinin karşısındaki ağaçların altına da standa benzer bir şey açıyoruz. Bazıları çingenelik yaptığımızı, bazıları cep harçlıklarımızı çıkardığımızı, bazıları ticareti öğrendiğimizi falan düşünüyor…
Ama (Kültür Bakanı dahil pek çok ünlü) okuldan, koltuğunun altında bizim dergimizle çıkıyor… Ama okulun kütüphanesinde dergimiz kendisine yer buluyor…
Osman mezun olduğu zaman yerine Ömer Gülel kalıyor, Ömer mezun olup Ankara’daki bir okula gittiğinde ise diğerleri yalnız kalıyor… Hepimiz bir yerlere dağılıyoruz ve Galatasaray Tarih Kulübü Dergisi on sayı çıkamadan tarihe karışıyor!
…..”
Ömer’in sesini en son (bu köşedeki) yazılarla ilgili aradığında duymuştum. Uzun zamandır Osman da duymamış. Herkes kendi işine gücüne daldığında her nedense bir adım gerisine bakamaz oluyor, elini kendi “içine” bile bir karış daldıramıyor sanki…
Sonra, bir gün karşımızda görüveriyoruz sevdiklerimizi; ya elleri-omuzlarıyla kendi başarısının tavanını daha da yukarılara ittirirken… Ya herhangi bir şekilde dünya işlerinden el ayak çekmişken, veya eller-omuzlar üzerinde götürülürken…
…şu an siz de kim bilir kimlerin nerde olduğunu ve neler yaptığını bilmekte, ama “nasılsa sonra ararım” diye aramamaktasınız… Öyle değil mi?..
Bahsettiğim dergiyi çıkardığımız sıralarda bu köşe (Stop) de vardı. O zamanlar, gazetede ismimi gören iki ortaokul arkadaşım çıkıp gelmişlerdi yanıma, biri Hüsnü Erdoğan’dı diğeri İsmail Paşalı.
Paşalı’nın zihnini hep “sivri” düşünceler içinde hatırlıyorum; bir gün, kızının hastalandığını anlatan Lale hanıma “başınız sağolsun hocam” demişti, misal olarak… Ama Hüsnü’ler Çukurçayır’da oturduğu için çoğu akşamları beraber dönerdik eve, yürüyerek. Bazen o bize gelir, bazen de ben onlara ders çalışmaya gider; doya doya oynamadan evvel doya doya annesinin yaptığı nohutlu bir çorbadan yerdik. Ayrıca Hüsnü’yü gözümüzde özel kılan bir sebep daha vardı ki, çoğumuz gıpta ederdik; onun meşhur bir abisi vardı… Bizler, yani yeri sarı ve göğü lacivert gören Beykoz Ziya Ünsel ortaokulu çocuklarının gözünde Hüsnü bir kahramandı… Çünkü, Fenerbahçe’nin Dereağzı tesislerindeki çay ocağında iş bulmuştu onun abisi. Her gidişimde evde görmeyi umardım, ama bir türlü rastlayamazdım abisine. Sorardım hep; “şunu da, şunu da, şunu da görmüş mü?” Diye… Hüsnü de, şöyle bir kasılarak derdi ki:
“Hepsini görüyormuş, hem de her gün. Hepsi çay istiyor, abim de onlara çay götürüyor ya…
Gurur duyuyordum…
Fenerbahçe’li futbolculara çay götüren adamın kardeşi, benim can ciğer arkadaşımdı…
İşte bu iki kişi, yani Hüsnü ile İsmail, yıllarca sonra adresimi bulmuşlar ve Karaköy’deki şubesinde çalıştıkları bir bankanın öğle tatilinde gelip, “adıma dikilmiş bir ağacın” belgesini getirmişlerdi…
Ne kadar sevinmiştim. İnanamamıştım hatta… İnsan bir türlü alışamıyor eski arkadaşlarının sana acaba değişmiş mi, yanında ne kadar kalmalıyım gibi temkinli yaklaşmalarına… Hem de benim içimden onların boyunlara zıplamak geçiyorken… Halbuki onlarla gene boğuşmak, gene herhangi birisinden kaçmak veya birini kovalarken, yetişebildiğim yerde tekme sallamak istiyorken canım!..
Son olarak da, kimliğinde adının “Ümüt” yazdığını hatırladığım Ankara’dan Ümit Özbek aradı, asker arkadaşım… Dedi ki; “Yıllardır görüyorum gazetede seni, ama bir türlü elim varmıyor aramaya…”
Hayret!.. İnsanlar değişir mi?..
İnsanlar büyürken sevgisi-ilgisi-şefkati artmaz mı?..
…..
Birbirimizi arayıp sormak konusuna biraz daha hassas olalım mı?
Kitaplarda; bir menfaat ummadan, sadece “sevaptır” diye düşünerek, aramayanları bile (özellikle akrabaları) arayıp ziyaret etmenin “insan ömrünü uzatabileceğini” yazdığını biliyordunuz, değil mi?..
Daha uzun yaşamak arzusu yok mu içinizde?..
Sevgili Ömer, iyi ki çıktın karşıma televizyonda, böyle ansızın. Bak neleri getirip aklıma, neleri yazdırdın bana…
Bugün senin yüzünden diyecek ki binlerce insan;
“Ben de Ömer’in, Muammer’in karşısına çıktığı gibi, çıkıvereceğim sevdiklerimin karşısına. Ben de arayacağım, soracağım fazladan bir kişiyi…”
Ve sen, bu gece daha da yukarılara tırmanamasan bile, sebep olduğun hayır sana yetecek…
Stop
Muammer Erkul
06 Kasım 2001 Salı