Geçen gün, bir e-mail aldım; “Hey gidi günler” diye bir başlıkla gelmişti bana…
Bu, bende daha önceden var olan çok uzun başka bir mektubu hatırlattı… Bunun başlığı yoktu ama, galiba ona da “Hey gidi günler” başlığı çok yakışırdı…
Önce geçen gün geleni aynen, ve ardından da bende bekleyen hatırayı oldukça kısaltarak yayınlıyorum…
E-mail:
……….
Bir gün dayım bizim eve gelmişti. Odada bulunan gazetenin başında, aramızda şöyle bir konuşma geçti:
Dayım: Ne biçim gazete bu! At yarışı sayfası niye yok bunda?
Ben: Ne yapacaksın at yarışları sayfasını?
O: At yarışı oynayacağım. Niye yok?
Ben: Bir bildikleri vardır herhalde… Onun için yayınlamıyorlar…
O: At yarışı sayfası olsa ne olur ki? Bazıları sadece onun için gazete alıyor…
Bu konuşmadan bu güne epey zaman geçti…
Mektup:
……….
(Sizin köşenizde, içimizden taşan hemen her duyguya küçücük de olsa bir yer bulunabildiğini bildiğim için… Ve “Üç aylar” denilen mübarek günler başladığı için yazıyorum bu utanç mektubumu. Ve şu an bir mevkim-ismim olduğu için de size ismimi veremiyorum…)
…..
Aslında içim sızlıyor… Çünkü aklıma bir zamanlarki kendim geliyor…
Delikanlılık değil de delilik yıllarım…
At yarışı dergisi çıkartan birileriyle çalışıyoruz… O gün de oraya gittim ve “Engizek’i yazın” dedim… Sonra yolda ve bizim orda kimi görsem; “Engizek gelecek, dedim… Engizek’e oynayın…”
…..
Hipodroma gittik. Ama ben, adını hatırlamadığım tüyleri ışıldayan o siyah ata oynadım, 3 numaraya…
Ve Engizek geldi!..
…..
Şimdi ülke dışında yaşayan arkadaşım da 1 numaraya oynamıştı…
Üzüntümüzden (veya bir sebep bulduğumuz için) gidip içmeye başladık. Gecenin daha erken saatlerinde dünya dönmeye başladı(!). Yolun kenarına kustum…
Sonra da, birazdan bindiğimiz banliyö treninin içine; kapıya yakın bir yere…
…..
Yediklerinin tamamı çıktığı halde miden bulanmaya ve başın dönmeye devam ediyorsa kötü oluyor, garip öğürtü seslerini kontrol edemiyor insan ve herkes dönüp sana bakıyor… Ve sen (o zamanki) kendi halini, sonradan sadece tahmin ediyorsun…
O kafayla (ayıp olmasın diye) yere yayılmış kusmuğumun üzerine, orda bir kenarda elime geçen gazeteleri seriyorum ki güya kimse ne olduğunu anlamayacak…
Sonra yere oturuyor ve sırtımı duvara dayıyorum. Ama tren sallandıkça kafamı tutamıyorum…
…..
Bir ara tren duruyor ve inmek üzere olan bir adamın sesini duyuyorum… Kusmuğun üstüne serdiğim kağıtları göstererek diyor ki;
“Ayıp ayıp… Bari şu gazeteden utan!..”
…..
Adamı seçemiyorum ama, uğraşa uğraşa gözlerimi kocaman açarak, resimleri renksiz, sadece başlığı kırmızı olan gazetenin adını görmeye çalışıyorum.
Ve aklımda kalıyor bu isim…
Bir gün akşamüzeri…
Mahalledeki kahveye girip, kağıt oynayan arkadaşların yanına ilişirken H.’ya işaret edip bira istiyorum. Aradan zaman geçtiği halde getirmiyor. Yanımdan geçerken;
“Niye getirmiyorsun oğlum biramı?..” Diye çıkışıyorum.
Eğilip, kulağıma yaklaşarak;
“Bugün kandil… Bak, hiç kimseye vermedim…” Diyor.
Ona birşey söylemiyorum ama, içimden; “Ne kadar çok kandil olduğunu” düşünüyorum(!)…
…..
Ordan çıktığımızda “gelin” diyorum çocuklara ve büyük dükkanlardan birine sokuyorum onları.
Biri itiraz ediyor ama, diğerleri ses çıkartmıyor. Ben, aldığım şarabı, şişenin görünmeyeceği büyüklükteki bir kese kağıdına koyduruyorum.
Kapıdan çıkar çıkmaz, beyaz sakallı ve çok yaşlı bir dedeyle neredeyse burun buruna geliyoruz…
Ben göğsüm hizasında tuttuğum dolu şişeyi kolluyorum, diğer elimin de yardımıyla… Çarpışmıyoruz ama çok yakınlaşıyoruz biribirimize… O sırada ihtiyar adam kolumu okşuyor ve hâlâ hatırladığım bakışlarıyla tam gözbebeklerime tebessüm ederek diyor ki:
“Kandilin mübarek olsun oğlum… Elindekine sımsıkı sarıl, olur mu?..”
…..
Yakalanmış gibi, aceleyle “hı hıı” diyerek uzaklaşıyorum ordan. Elimdekinin ne olduğunu bilse acaba o zaman ne derdi diye düşünüyorum…
Arkadaşlardan ayrılıyoruz.
Evde kimse yok…
Bir bardak alıyorum mutfaktan, biraz da üzümle peynir…
Odaya gelip hepsini yere seriyorum sonra. Biraz zorlanarak şarabın mantarını şişenin içine ittikten sonra şişeyi az evvel içinden çıktığı (gazete kağıdından yapılma) kese kağıdının üzerine koyuyorum… Ama aynı anda bunun; trendeki kusmuklarımın üzerine serdiğim gazeteyle aynı olduğunu görüyorum…
…..
O zaman iki adam geliyor yine gözlerimin önüne. Biri;
“Ayıp ayıp… Bari şu gazeteden utan!..” Derken, diğeri diyor ki:
“Kandilin mübarek olsun oğlum… Elindekine sımsıkı sarıl, olur mu?..”
(Sonu yarın)
Stop
Muammer Erkul
10 Ekim 2000 Salı