Şişedeki mesajla buluşamayan prensesler

 

Şimdi de delikanlı sayılırız ama o zamanlar daha bir delikanlıyız; 25 seneden fazla zaman geçmiş üstünden de yılını tam hatırlamıyorum…

Fakat hafta sonu, günlerden Pazar…

Bizim çocuklar nerden bulmuşlarsa, birkaç ahbap bulmuşlar. Hem de Anadolukavağı’nda. Hadi gidelim, dediler; olur gidelim, dedik…

 

 

Eskiden iletişim şimdiki gibi değil, herkesin cebinde ikişer tane telefon yok. Hatta ulaşım bile yok: Kavak’a gitmek için vapur bekleyeceksin. Dönüş vapurunu kaçırırsan da iskelede sabahlayacaksın; işine gelirse. Gelmezse, hiç oralara gitmeyeceksin!

İlk defa gidiyorum Kavak’a. Vapur bir o yana bir bu yana uğrayarak Karadeniz’e doğru çıkıyor… Yüksek bir tepe, tepenin üzerinde ilginç bir eski kale, yamaçta lojmanlar… Bunun haricinde; küçük bir koya sarılmış küçük bir köy Anadolukavağı. Yani Kavak’ların Anadolu yakasında olanı…

İskelede indik. Yokuşa vurmadan önce, yiyip içmek için bir şeyler aldık. Sonra tepeye tırmandık. (Şimdi Yoros derler) Ceneviz Kalesi solumuzda kaldı; kıvrılıp kapısının önündeki geniş alana çıktık. Herhalde önce kalenin içinde dolaşmışızdır. Yarı harabe, ama insanın içini ürperten bir yükseklik; deniz aşağıda, ve aşağıda ve aşağıda, ve daha da aşağıda!..

 

 

Gidenler bilir, yine muhteşem manzarası olan ve kale kapısının karşısında kalan bir seyirlik alan var. Hani yüksek çam ağaçlarına salıncak kurarlar da, korkar insan; ip koparsa Moskova’ya kadar uçarım, diye!

Abartacaksan işte böyle abartacaksın…

Maraş’lı Mustafa. Buluştuğumuz adam. Diğeri onun tombik arkadaşı ve bir kişi daha… Bunlar ya inşaatlarda amele veya küçük esnaf. İyi de o zamanlar esnafa bile ihtiyaç yok ki oralarda.

“Muzyiin, muzyiin” diyor Mustafa denen adam… Bize iyilik, ağabeylik yapıp doğal kuvvet yolları öğretiyor… “Anamur muzu olsun, diyor. Hatta grip oldum bir keresinde de iki kilo muz yedim, kalktım ayağa. Muzyiin, muzyiin, canavar gibi olun!..”

Her derde deva olarak muz tavsiye eden bu adamın akıbeti hakkında bilgim yok…

 

 

Dönüş vapurunu kaçırmadık… Bekledik ve herkesle birlikte bindik vapura… Değişik bir gün geçirmiştik ve değişik bir şekilde bitirelim, dedik… Bir kâğıt çıkardık. Herkesin ismini yazalım, dedik. Şiir miir yazıyorum ya o zamanlar, iş bana düştü, yazdım:

“Sarı Arif , Kadir Civelek, İbrahim Civelek, Muammer Erkul…”

Sonra, isimlerin altına; “Bulana Sevgilerimizle” yazdık. En alta da Kadir’lerin telefon numarası…

Çocuklardan birinin elindeki boş şişe benim yazıyı bitirmemi bekliyordu. O zamanlar pet şişe yoktu, bütün şişeler camdandı ve çoğunun ağzı mantar tıpalıydı…

Kâğıdı rulo yaptık, şişenin içine ittik… Kâğıt ta gözüküyordu şişenin içinde ve kâğıtta bir yazı olduğu da…

Şişe mantarını dikkatle ve sımsıkı bastırdık…

İskeleden ayrılmıştık çoktan. Vapur, ardında köpük köpük beyaz bir iz bırakarak ilerliyordu. Foşur foşur karışan denize şişemizi bıraktık. Şişe denizin ortasında küçülürken biz de ondan hızla uzaklaştık…

 

 

Hayallerimizi düşünün… Şişemiz bütün Boğaz’ı geçecek, Marmara’ya varacak, ya Marmara’daki bir sahilde duracak veya gemilerin yolunu takip ederek akıntıyla birlikte Çanakkale’den geçecekti…

Kim bilir ne zaman ve kim bilir hangi sahilde… İçindeki notla kendilerine gelecek bir mesaj şişesine rastlamak için sahilde bekleşen dört güzel prenses bulacak bu şişeyi; kim bilir hangi gün ve nerede…

Daha önceden öğrenmiş oldukları… Yahut, şişemizi bulduktan sonra; hızlandırılmış kurslarda öğrendikleri yarım yamalak ama çok sevimli Türkçeleriyle bizi arayacaklar…

“Bizim, ismleğimiz şu, şu, şu ve şu… Fiğlan kğalligin pğensesleğiyiz… Çok pğens bizimle evlenmek istiyoğ. Ama siz bizim gönlümüzü fethettiniz. Gelin ve ülkemize kğal olun!” Diyecekler!..

Kızları nasıl seçeceğiz peki?..

Kolayı var; onlar hangimizi seçerse, bizler de razı olacağız…

Peki güzeller mi acaba?..

Hangi masalda; hem prenses, hem de çirkin olur ki bir kız?.. Kral olan baba, yani bizim müstakbel kayınpederimiz elbette güzel bir kraliçe seçmiştir zamanında kendine ve kızları da elbette annelerine benzemiştir… Yani bizler kralın zevkine güveneceğiz!

Peki ya kral “kıllık” yaparsa?

Hangi kral kıllık yapmamış ki kızını verirken? Elbette bu da yapar ama biz bu arada bol bol masal okur, kral damadı olmuş diğer delikanlıların tecrübelerini öğreniriz…

O gece; “aslan bacanaklar, hepinize iyi geceler ve tatlı rüyalar” diyerek ayrıldık birbirimizden…

 

 

Bizim ekip pazarcı… Numune Kasap’ın karşı köşesindeki tezgâhta (Allah rahmet eylesin, Konyalı Galip amcanın tezgâhı) sebze/meyve satıyor… Bir ben ayrıyım onlardan, Cağaloğlu’ndayım. Buluşmak için akşam olmasını bekliyorum…

Pazartesi günleri Paşabahçe pazarı var. Meçhul ülkenin prensesinin gönül kaptırdığı beyaz atlı (Hadi atlı değil de, beyaz ayakkabılı olsun) bir kahraman olarak, özel şehir hatları vapurumda elimi uzatıyorum, ve;

“Paşabahçe’ye çek, diyorum. Çünkü kardeş gibi yakınım olan bacanaklarım orda!..”

Kaptan, beni gezdirmek üzere emir aldığı için, sözümü ikiletmiyor… “Vooort” diye asılıyor düdüğe, ki duysun duyması gerekenler, geldiğimizi!..

 

 

İskelede atlıyorum aşağı ve dalıyorum kalabalığa… Dosdoğru tezgâha varıyorum… Arif bağıra çağıra domates satıyor, Kadir; “müşteri bastırdı, bağla önlüğü de geç dolmalıkların başına” diyor, İbrahim beni görür görmez; “aradılar, konuştum kasaptan” diyor…

Kim aradı, hangi kasaptan?..

Ne çabuk unuttun? Dün şişeye telefon numarası yazıp denize atmıştık ya, vurmuş işte sahile… Aramışlar bizim evi, annem de acele bir şeydir diye şu karşıdaki kasabın telefonunu vermiş…”

İçimin ortası ısındı o an, sıcacık oldu… Acaba hangisiydi arayan?..

Kimdi arayan, ne dedi?..

“Ben Rumelikavağı iskelesindeki çımacıyım. Şişenizi buldum, hoşuma gitti, aradım” dedi…

Çımacı mı?.. Rumelikavağı mı?.. İyi de, zaten biz şişeyi, Anadolukavağı iskelesinden ayrıldıktan biraz sonra, hem de orta sularda atmamış mıydık?..

Evet ama… Demek ki bir akıntıya denk gelmiş ve şişe sadece boğazın karşı kıyısına kadar gitmiş… İskelede görevli memur da bulup bizi aramış…

 

 

Bir şişeye sıkı sıkı tembih etsen, daha yakına gidemezdi yani!.. Sanki mıknatısla çekilir gibi, en yakın yerden karaya çıkmış… Biz yarım düzine ve birbirinden güzel prenses tarafından aranacağımızı beklerken; iskelede halat atıp vapurları bağlayan adam bulmuş şişemizi…

Ne dedin peki çımacıya?..

Sen de bir şeyler ekle, denize tekrar bırak, dedim…

Çımacı, kendisi de bir not yazdı mı; ve saldı mı şişeyi tekrar denize; ve benim gibi hayaller kurdu mu, bir daha haberimiz olmadı…

O gün, “güzel prensesler ve bizim olacak ülke” hayaline şöyle bir üfledik ve kendi ayaklarımız üzerinde kendi kısmetlerimizi aramaya karar verdik…

Galip amca ise rahmetli; “hadiyin çocuklar, sallanmayın” diye sesleniyordu…

   

1 Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir