Şiir üzerine [03 Temmuz 1999 Cumartesi]

Şiir üzerine

Bu memlekette herkes doğuştan şair… Ve “tosun tefrikası” yazar gibi de şiir üretiyor!
Şimdi yazacaklarımı “şiirle ilgilenenler okumasın” desem, olmaz; çünkü bunları asıl onların okuması lâzım…
Yani hassas; içli, duygulu… Yani bahar yeli ters yönden esse bile kırılmaya meyyal insanlar.

Desem ki; kaleme aldığınız şiirleri nooolur (yeniden) üç beş kere daha yazın… Lütttfen sekiz on defa (fazladan) okuyun…
Bazıları “nasılsa bu sözleri diğerlerine yazmış” deyip es geçecek; aynı satırları onlarca kere okumuş-yazmış olan bazılarıysa kendilerini aynı şiire bir ömür boyu çakacak!..
Bunun bir orta yolu bulunur mu acaba, eğer istersek?

Sevgili Muammer; üç dakika önce bu şiiri yazmıştım. Sen bunu düzelt, sonra yayınla…
Olur!..
Elime bir geçirirsem, seni düzelteceğim; dümdüz olacaksın!

Düşünüyorum da şu Yahya Kemal denen adam acaba geri zekâlı mıydı?
Düşünüyorum da neden bir duygusunu ilk kâğıda döktüğü gün doğan bebek kırk yaşına gelip torun sahibi oluncaya kadar aynı mısraların üzerinde çalışmıştı da, ancak o zaman “oldu” diyebilmişti?..
Ne?.. Ne yapmıştı kırk yıl, ne yapmıştı?
Ça lış mış tı…

Ne “enayi”ler yaşamış değil mi bu memlekette?..
Ama bir şiir üzerinde kırk yıl çalışabilmeye azmedenler Yahya Kemal Beyatlı olabilmiş!..

“Aa, bana fırça atıyor, en iyisi ona şiir miir göndermeyeyim…”
Diye düşünüyorsan, utan… Çünkü bunu demediğimi biliyorsun elbette. Değil mi?..
“Bunlar bana değil… Gene başka birilerine birşeyler yazmış” diyorsan; ı, ıh… Yanılıyorsun, çünkü bu satırları “saa na” yazdım!

Ben “mükemmeliyetçi” değilim. Hataların yapılması gerektiğini, bunların insanı üst basamaklara taşıdığını düşünürüm.
Şimdi söylediklerimle ise;
“Gözün kapalı olarak zıpladığın ayağının altındaki ilk basamağın, ulaşmayı hakettiğin son basamak olmadığını” anlatmaya çalışıyorum.
Sen de anlıyorsun elbette bunu, değil mi?..

Ben, burda yayınlamak için, sizden Yahya Kemal’in yazdıkları gibi şiirler göndermenizi beklemiyorum… Ben sizden, “sizin yazdığınız gibi” şiirler bekliyorum…
Hata yapmalısınız ve yapacaksınız da. Ben sizi yanlışlarınızla da seviyorum.
Gördüğünüz gibi ben de hatalar yapıyorum; yapmamaya gayret etsem de… Siz de beni yanlışlarımla sevmeye çalışın.

Bugün; “yüreği buğulu canlarıma” yazdım bu satırları, hem de korka-çekine… Lâkin sevgilerine ve hoşgörülerine güveniyordum… Güvenmeliydim ama, değil mi?
Bunlar yazılmalıydı değil mi?..
Mektuptan, fıkradan bahsetmiyorum ama en azından bana “şiir” sıfatıyla ve insanların huzuruna çıkarmam istenerek gönderilen satırların, yazarları tarafından en azından birkaç defa gözden geçirilmesi gerektiğini hatırlatmalıydım, değil mi?
Şiir yazanların birkaç iyi şiir kitabı okumaları gerektiğini söylemem gerekiyordu, değil mi?
“Değil mi?”nin, aynen; “Ben de özledim” gibi ayrı yazılması gerektiğini hatırlatmam gerekiyordu değil mi?
“Hayat” gibi güzel kelimeler varken; “yaşam” gibi yaş ve dile yapıştırılmaya çalışılan sakatlıklardan kaçmak lüzumundan da bahsetmeliydim, değil mi?..
Çünkü, “eğer ben söylemezsem bunları onlara kim söyleyecek” diye de düşünmeliydim, değil mi?

Alınan, gocunan, kırılan oldu mu bilmiyorum. Olduysa da bu dostlar rahat olsunlar. Çünkü bu satırlar; “bana kalbi kırılmayacak olanlara” idi!

——————————————————

E-Mail Kutusu
From: elif uzguner
To: Muammer.erkul@ihlas.net.tr
Date: 29 Haziran 1999 Salı 21.35
Subject: BİR FATİHA
Her mailde duygularımı hissettiklerimi yazıyorum size. O ya da bu sebeple değil… Gönül dostu olduğumuz için.
Ve işte yine öyle yapıyorum. Acı büyük… Acım büyük… Gecenin bir vakti telefon sesiyle kalktım yerimden. Telefon sesi hiç bu kadar acı gelmemişti. Acılı bir dostun sesiydi telefondaki. Kötü bir haberdi belli. Telefonda hep güzel şeyler konuşulamıyordu işte. Hayatta hep güzel şeyler yaşanmadığı gibi… Kaybettik diyordu acılı ses.
“Ayşe’yi kaybettik” Ne dedim, ne diyorsun??? Ağlıyordu dostum ciddiydi. “Ne zaman, nasıl, nerede” dedim şaşkınlıkla. Elim bir trafik kazasıydı. Kardeşi ağır yaralıydı, ailesi ise perişan… Ağlıyarak son bir umutla sordum dosta: “Ciddi misin” ciddiydi işte. Bir süre konuşmadık, birbirimizin hıçkırıklarını duyuyorduk sadece.
Düşünüyordum. Hani hep en son görüşmeler kalır ya insanın aklında, ölenlerin ardından; son konuşmalar, son gülüşmeler belki…
Ama ölemezdi o. Çünkü çünkü çok gençti. Henüz hayatının baharındaydı.
Henüz yirmi dördündeydi ve doğum günüydü. Arkadaşımdı…
İnsan ölümü yakıştıramıyordu ne kendine ne de dostlarına… Ama geliyordu ecel hiç sormadan, beklemeden. Ne çok umutları vardı. Hayalleri, planları…
İşi iyiydi ama illa ki sevmek ve sevilmek istiyordu. Yoksa pek çok şeyin anlamı olmazdı ki… Hayat seviyorsan güzeldi işte… Sevdiğiyle evlenecekti ve iki çocuğu olacaktı…
Henüz gençti ama ecel yaşa bakmıyor işte. Söylenecek ne çok şey var aslında. Söyleyemediğimiz dile getiremediğimiz ne çok şey var…
Ey insanlar: Ölüm var, ölüm var!.. Gençliğine güvenme, dün gencecik biri taşındı tabutta… Hayaller, umutlar, bir hayat gömüldü toprağa kısa da olsa ömrü layıkıyla yaşayabildiyse ne mutlu ona.
Gönül dostum sizinle tanışmasak da bitiveren umutlara, hayata arkadaşımın ruhuna okur musunuz bir Fatiha…
Allah’a emanet olun… Elif Üzgüner

Kaç güne kaç gece sığdım bilmezsin
Son deminde bana varır her adım
Kervanlar eşyayı toplayadursun
Öksüz yüreğimi güder bir güdüm.
Bir bilsen gördüğüm kaçıncı düştür,
Düşümdeki firar geri dönüştür.
Bıçaklar ucunu salar derine
Yuvasından uçar ürkek serçeler
Dışımdaki acıyı ular derine
Kaç güne kaç gece sığdım bilmezsin
Kaç geceden güneş sağdım bilmezsin
Türkü benden yana sana gel eyler
Nota yarı canlı sana ulaşır
Bir ıslık aşkını bende bileyler
İdamlık suçumu sunar yüreğim
Bir kuştur saçına kanar yüreğim.
Gön: Turan Çevik/K.Çekmece

Stop
Muammer Erkul
03 Temmuz 1999 Cumartesi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir