Çarşamba. Saat, öğlenin 1’i… Bu sabah uyandığımda, biraz alıştığımı düşündüm kara, fırtınaya. Veya karafırtına’ya… En azından sinirlerim törpülenmiyor artık cıyır cıyır, biraz daha gözlemleme gözümü açmaya karar verdim.
Meteoroloji günler hatta haftalar öncesinden uyarmaya başlamıştı dehşetli bir kar dalgasının geldiğini. Sizin oralarda nasıldı bilmiyorum ama buralar görülmeye değerdi cesareti olanlar için!..
Gece bir minik pilli radyo taktım kulağıma, haber öğrenmek için. Ondan da yağışın devam edeceğinden başka haber öğrenemedim.
Dün öğleden beri elektrikler kesik, çünkü bütün trafolara kar dolmuş. Demin aradım belediyeyi; bir iki saate kadar temizlemeye başlayacaklarmış… Dün öğleden beri musluklarda sıcak su yok, dün öğleden beri kalorifer çalışamıyor, dün öğleden beri elektrikli ısıtıcılar kör gibi bakıyor yüzüme. Telefonların da şarjı bitmek üzere… Ve gözüm bilgisayar ekranının köşesindeki yarıya inmiş pil işaretinde, çünkü 1 saat 06 dakika sonra enerjisi bitip kapanacak! O yüzden bu yazı, tekrar tekrar üzerinde düşündüğüm ve beğenmediğim yerlerini değiştirdiğim bir yazı olamayacak.
Pazartesi günkü, yani; “4 gün boyunca beyaz esaret” başlığı olan gazete, okuduğum son gazeteydi. Kar yağıyordu o gün, sabah erkenden başlamıştı. Ve şiddetli bir kuzey fırtınası vardı. Hava çok soğuktu… İki buçuk sularında telefonda öğrendik ki; epey zamandır hasta olan, amcamın büyük kızı Zübeyde abla vefat etmiş. Aradım, yarım saat önce öldüğünü söylediler. İkindiye yetişmeyecek ama mezarını kazmaya başladılar, şu an gasilhanede, dedi kardeşi.
Allah rahmet eylesin; hastalığının çaresi olmadığını, çok yakında öleceğini biliyordu. Herkesle vedalaşmıştı. Son günlerinde bir ilmihal götürüp arka kapağında yazan: Bir hasta, (lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimin) kırk def’a okursa, şehid olarak vefat eder. Şifa bulursa bütün günahları afv olur, hadis-i şerifini gösterince demişti ki: İlk hastalandığım zaman bu sayfanın fotokopisini bana getirmiştin ya, o zamandan beri her gün kırk kere okuyorum ben bu duayı…
Ya Rabbi, bu ne soğuk! Rüzgâr vurduğu yeri kızartıyor. İstanbul şehir içinde sıcaklık eksi 1 iken eksi 20 olarak hissedildiği bugünde, burada eksi 7 derece altında ve eksi kaç hissettiğimizi bilmeden ve düşünemeden, cenaze namazı kıldık… Kabristana gittik… Defin işini yaptık. Bir kısım arabalar cenaze evine bile gidemedi kara battı, bir kısmı yolda kaldı. Bütün turumuz ancak bir-iki kilometreydi zaten ve çarşıya döndüğümüzde akşam ezanı okunuyordu…
İki buçuk saat önce çıktığımız bahçe kapısından girmeye çalışırken biz de kara saplandık ve bu iki gün içinde ne yol kaldı bahçe kapısının önünde ne de araba. Her şey bahçe duvarı boyunca biriken kar altında!..
Dün, yani 24 Ocak Salı, mum ışığında takvime bakıyorum. Altında bir cümle: Haliç’in donması 1621… Siz de bakın şu takvimlerin altındaki satırlara. Bakın da, “kocakarı hesapları”nın (genç-dinç beyefendilere inat) nasıl da hep isabet ettiğine şaşırın! Bakın da, okul yılları boyunca o kadar törende neden titreyip ıslandığımızı anlayın!..
Hatırlayın, bir iki ay evvel haber yapıyorlardı: Ayvalar çok bu sene, kış çetin geçecek, diyorlardı… Seneye, ağaçların dallarına, yaban ediklerine dikkat edin ve ona göre tedbirinizi alın. “Ayvayı yemek” deyimi; hazırlıksız yakalanıp, kardan-kıştan burnunu çıkaramayanların, kışa doğru olgunlaşan ayvalardan bol bol (ve mecburen) yiyenler için söylenmişti belki de!..
Son 9 dakika. Bilgisayarımı kapatıyorum…
Stop
Muammer Erkul
27 Ocak 2006 Cuma