Surlar, şarap fıçısının tahtaları gibi çevrelemişti Bizans’ı…
Osmanlı, bir kıvılcım gibi gelip dokununca dinamit sandığına; sanılanın aksine, infilakıyla sarsıldı dünya Bizans’ın… Sene 1453’tü…
Çanakkale; “Her birimizin göğsünde bir gülle sönse bile İstanbul’a tek kıvılcım düşmesin” duasının savaşıydı… Yahut “İstanbul’u savunacak âdemoğlu kalmasın” taktiği! Sene 1917…
İstanbul sokaklarında İngiliz askerleri geziyordu. Bazı evlerde büyük sömürgecinin, bazı evlerde ise Yunan bayrakları asılıydı. 16 Mart 1920 günü Şehzadebaşı semtinde bulunan bir karakol binası basılıp, silahsız bando erleri süngülerle delik deşik edilmişti…
3 buçuk sene İngilizlerin elinde kaldı İstanbul… Doğudan batıya doğru bir süpürme hareketine benzeyen İstiklal Savaşımızın ardından, işgalci kuvvetler geldikleri gibi gittiler. 2 Ekim’iydi 1923’ün.
Elinde süngü taşıyan; hasmının kalbi neresindedir, biliyor…
Bilmesi gerekiyor!
Osmanlı ordusu İran içindeydi… Osmanlı ordusu Mısır’daydı… Osmanlı ordusu Almanya’daydı…
Bu, ne demek?..
Savaştığın alan ne kadar uzaksa senden, o kadar muzaffersin! Senin bıçağın, senin kalbinden ne kadar uzakta çarpışıyorsa düşman bıçaklarıyla, senin yaşama şansın o kadar çok!
İstanbul’da işgal ve kan ve gözyaşı; Londra’da birkaç gazete haberi!..
Bağdat’ta bombalar ve sokaklarda insan ve anne ve bebek parçaları; Washington’da birkaç toplantı ve televizyon yayınları!..
Futbol, kimin yarı sahasında oynanıyorsa; demek ki onun kalesi daha yakın golü görmeye!
Bir kaleci kaç top kurtarabilir ki maç boyunca?
Osmanlı askerleri ayrı kıtalarda dolaştığı zamanlarda rahattı İstanbul…
İstanbul’dayken İngiliz askerleri, güçlüydü Londra’nın eli…
Ateş, kendi şehirlerinden uzak kaldığı sürece büyük kalacak Amerika…
Bunlardan ne çıkaracaksın kendine?..
O sana kalmış!
Stop
Muammer Erkul
11 Şubat 2007 Pazar