Kayıkçı [28 Eylül 2007 Cuma]

(Tatlı hayatını zehir etmek…
Veya acını tatlıya çevirmek senin elinde!)

…………

Denizde rüzgâr çıktı, kayıkçıya kızıyorsun!
Halbuki aklın başka söylüyor, dilinse başka…
Kayıkçının sadece kalbi kırılır böyle giderse; peki ya senin?
Kayıkçının dağınık saçlarından sana ne; sana ne ellerinin nasırından, ayağının çamurundan, başının bitinden ve hatta pis kokusundan…
Kayıkçı; kendi seyahatini yapmıyor ki, bu yolculuk senin… Kayıkçı senin için kürek çekiyor, fark etsene!

Anlamayana söz söylemek; kâğıda yazıp denize atmak!
Dalgalar yüzen kâğıdı yalar, âlim olmaz! Anlamak istemeyenin alnına bile yazsan yazıyı; herkes okur, fakat o aynaya bakmaz!

Denizde rüzgâr varsa ve başın dönüyorsa; bana ne… Kus bir kere içindeki safrayı ve çeneni kapa! Bir tek sen olduğunu mu sanıyorsun masalların prensesi? Zannediyor musun, sadece senin için kaşlarını çattı bu deniz? Öyle ise, vah sana!.. Bir önceki geçişte dolu yağıyordu başımıza, ama sen yoktun. Daha önce çıkan fırtınada kürekler kırılıyordu, yıldırımlar uçuşuyordu tepemizde. Bir keresinde minare boyu yükseliyordu da dalgalar, denizin dibi açılıyordu!..
Hiç kimse söz vermedi sana, anne kucağında geçer gibi geçeceğini bu yolu… Hatta annenin kucağında bile sallanıyordun da; rahmet emdiğin, merhamet emdiğin meme çıkıyordu ağzından…
Şu yosun ve tuz kokulu hakir kayıkçı umursamıyor bile onu hangi gözle gördüğünü; kızamıyor bile sana… Ama senin için yapıyor bu yolculuğu, uzun mesafeler sonra da okunsun diye taşıdığın müjdeler… Ve bir iki dua koyasın diye açtığında bir gün avucuna!

Kendin geldin, demek ki gönderildin… Sen “hangi kıtaya geçmen” gerektiğini biliyordun, kayıkçı ise “hangi iskelede inmen” gerektiğini… Yani ortak bir noktada buluşturdu sizi kader… Sanma ki bu kayıkçı; kendi boğulmadan veya birine emanet etmeden, bırakır seni dalgaların eline! Fakat müsaade et ki; bir an evvel geçirsin seni karşıya. “Rüzgâr çıktı, başım dönüyor, bu sarsıntı beni öldürecek” vâveylalarıyla kendini denize atmaya kalkışmak, acaba hangi akla hizmet?
Neden anlamıyor olsun ki seni kayıkçı; ve neden anlasın ki; yahut anlasa ne olacak ki; ve hatta sen ne kadar anlıyorsun ki onu, kendi karın ağrılarınla kıvranırken? Hadi artık; sık dişini ve vazgeç kayıkçıyla didişmekten, işini yapsın; sen de biraz rahatla… Söylediğin kadar değersizsen, neden bu kadar umursuyorsun kendini? Çok değerliysen; seni, kendi canı pahasına yüklenmiş olan şu zavallının işini kolaylaştır… Çünkü, belki de en iyi o bilir senin kıymetini; ve belki de o yüzden, içinde sır dolu mektubu taşıyan bir zarf gibi seni korumaya çalışır senden bile ve diğerlerinden!..
Hadi artık; vazgeç kendini sıkıntıya atmaktan, rahatla. Çünkü bunu ve benzerlerini yaşayan ne ilktin sen ve ne son olacaksın. Hatta sıkıntının şeklinden belli, demek ki “naz” makamındasın!

Anlamayana söz söylemenin; yazılmış kâğıdı denize atmak demek olduğunu bildiğini biliyorum… Öyleyse şunları da bil: Kayıkçının ismi önemli değil, cismi de önemli değil, ne yaptığı önemli… Kayıkçı kendi evine doğru kürek çekmiyor; o, seni taşımakta… Öyleyse neden ağırlaştırıyorsun onun yükünü? Neden denizde rüzgâr çıktı diye kayıkçıya kızıyorsun? Neden dilin, aklının söylediğinin tersini söylüyor?
Hiç düşünmüyor musun; şu kirli ve beğenmediğin kayıkçının, sahibine köle olan kalbi kırılırsa neler olacak?

Stop
Muammer Erkul
28 Eylül 2007 Cuma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir