Kayıp haklar
Sızılarımız; bize bir zamanlar, “kendi hakkımızın, bir başkasının hakkının başladığı yerde bittiğini” öğretmiş olmalarından…
Sızılarımız; bir zamanlar, “aynen bizim haklarımıza sahip başka insanların da var olduğunu” öğrenmiş olmamızdan.
Ve sızılarımız; öğretilmiş olanları herkesin “öğrenememiş” olmasından!..
Öğrettiler öğrendik, söylediler dinledik:
İnsanların hakları vardı ve en mühim hakkı da insanların; “yaşama haklarıydı.”
Şimdi arıyorum; nerde bu olması gereken gün?.. Ve bu hakkı teyid eden kayıt, takvimin hangi yaprağında?..
Nerdesin, kahrolası?..
Kahroluyorum, yok!
Kahrolmuş; kahrından, kopan takvim yapraklarından biriyle beraber çöpe kaçmış olmalı!..
Ama ben ısrarla, azimle, inatla arıyorum.
İnadına arıyorum, nerde bu gün?
“İnsan hakları günü” hangi yaprakta kayıtlı?
Yoksa yok mu?
Var da, ben mi bulamıyorum yoksa?
Yoksa bazılarının hakkı için var da, bazılarının hakkı için yok mu?
Nerde, seccade başındaki anacığının, kendisine son duasını göndermesine bir dakika kala bastığı mayının iki ayağını birden koparttığı genç insanın hakkından bahseden gün?..
Hangi gün, tam da su içerken sıcak bir yılan gibi göğsüne dalan merminin yere devirdiği insanın günü?..
Nerdeydi, hangi sayfadaydı insan haklarından bahseden şu kayıt?..
Gösterin bana…
Hani, nerde;
A; anne, B; bayrak, C; can derken, tahta başından alınan ve Ç; çocuk’ların gözü önünde, dünyanın gözü önünde, güneşin gözü önünde; başına otuzaltı mermi sıkılan insanın hakkı?..
Söylemeyin bana, otuzbin insanın kanına girmiş, bir o kadar insanı da kandırıp, dağa çekip telef ettirmiş… Ve bunca insanın ardından bir o kadar acılı ana-baba, kardeş, eş ve evlat bırakmış bölücübaşının hakkı olduğunu…
Söylemeyin bana, İnsan Hakları Derneği Başkanı’nın bölücülük propagandaları yaptığı için hücreye tıkıldığını…
Söyleyin bana… Söyleyin bana; bu gürültünün, ateşin, silahın, kurşunun ve hayatın bile ne olduğunu bilmeyen…
Ve ilk isabet eden merminin acısı “belki diner diye”, can havliyle ve yapabileceği ilk ve tek şey olduğu için; irkilip emmek üzere başparmağını ağzına sokup ölen… Ama üstüne sekiz kurşun daha sıkılan sekiz aylık bebeğin hakkını söyleyin…
Söyleyin bana bunu, kahrolasıcalar…
İşte bunu söyleyin!
Yoksa yok mu?
Yoksa;
Bazılarına var da, bazılarına mı yok?
Nerde, söyleyin… Takvimin hangi yaprağında; düğününden onbeş gün sonra dul kalan gelinlerin hakkından bahseden satır?..
Gösterin, hani; kendi düğününe yetişmek için onbeş gün önceden aldığı biletiyle dolaşırken, son görevinde vurulan ve düğün alanına cenazesi getirilen tezkereci askerin hakkı hangi sayfada?..
Yok, demeye varmıyor dilim…
Arıyorum, ısrarla ve azimle. Arıyorum, bulacağım…
Var, değil mi?
Söyleyin bana; insanların… Hem de bütün insanların yaşamaya hakkı vardı değil mi?
——————————————————
Posta kutusu
Sevgili Muammer ağabey;
Yazılarını uzun zamandır zevkle okuyorum. Her gün senin köşeni okuduktan sonra senin düşüncelere ve hislere takla attırışına bir kez daha şahit oluyorum. Daha sonra senin yazdığın gerçekler ışığında hayatımla ilgili ufak değişikliklerde bulunuyorum. Örneğin siyahlarla kaplı bu dünyada pembe bulutları arıyorum. Ya da Edison’un ampulü iki bin denemede bulduğunu düşünüp, kendi hayatımdaki öemsiz gibi görünen denemelere daha farklı bir gözle bakıyorum.
Muammer ağabey; senin yazılarını okudukça ruhumun seyir defterindeki bütün “belki”leri silip, yerine inançlı bir “mutlaka” yazıyorum. İşte o zaman hayallerim daha bir gerçekçi görünüyor gözüme. Bütün bu güzellikler için sana çok teşekkür ediyorum.
Ben kim miyim? Ben, şiir yazarak hayata karşı kendini güçlü kılmaya çalışan ortopedik engelli bir gencim. Ve senden bir ricam var; “Bul Beni” isimli kitabına ulaşabileceğim numarayı tekrar yayınlarsan çok memnun olurum. Çünkü seni bulmam buna bağlı.
Sevgilerimle…
Emrullah Yılmaz-Ankara
Şen ailesi
Biz eskiden beri “istop” oynuyorduk. Hatta annem de, babam da istop oynuyorlarmış. Şu günlerde hep beraber, cümbürcemaat farkına vardık ki, yanlış yapmaktayız.
Ve karar verdik;
Artık istop değil, “STOP” oynuyoruz.
Unutma
Yarın “kime” olduğunu bilmeden bir gül alacağım… Onu mutlaka biri benden alacak ve mutlu olacak. En azından çiçekçi mutlu olacak!
Stop haber
Kültür-Sanat servisinde karşılaştığım Mehmet Nuri Yardım’a, karşısındaki masada oturan şeyi gösterip; “Bu da ne?” diye sordum.
– Yakından bak, dedi.
Yaklaştım, bu basbayağı bir adama benziyordu, uzaylıya değil… Hem de adı Niyazi’ye benziyordu. Biraz daha kurcaladım zihnimi, baktım ki, bu düpedüz Niyazi Hancı’ya benziyordu.
Branşının “sinema” olduğunu bildiğim için tahminde bulundum: A) Bu, Niyazi rolü oynayan bir yanık adamdı. B) Bizim Niyazi Hancı bir yanık adam rolü için hazırlanıyordu… C) Ben kaşınıyordum!
Meğer bu benim eski masadaşım, “güneşi bol olan” bir yerlerde biraz fazla dolaşmış!..
Hoş olanı, bu haliyle ona artık nazar mazar değmiyormuş!
Stop
Muammer Erkul
08 Haziran 1999 Salı
Öyle dokunaklı bir yazı ki içim sızladı.
Yine ağlamaklı oldum…
Okulunun bahçesinde 18 kurşunla “Yaşama Hakkı” elinden alınan babacığım geldi aklıma, bir türlü kabuk bağlamayan yaram yine kanamaya başladı…
* * *
NOT: Pergin ya, ne zamandır söyleyeceğim sana ama dilim varmıyor…
Şu hikayeni uzun uzun yazsan ya, artık zamanı geldi…
Yaz şöyle bütün detaylarıyla, anlat hikayeni. Sen yazmazsan kim yazacak da rahmetli babacığına rahmetler, Fatihalar okunacak. Öyle bir anlatki Aybastı’daki (ne kursuydu o) gidiyordun ya hani, 15 sene filan önce tanıştığımız zaman. Ta oralara kadar anlat.
Eminim iyi olur. Hem herkes seni tanımış olur hem de babacağına dualar gider…
Muammer]
Yine vurdun beni kalbimin taa orta yerinden…
Farkındayım sürekli geciktiriyorum. Belki de nerden-nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Kafamdakileri toparlayabilirsem anlatmayı da beceririm inşallah…
Yaşama hakkımızın olması için bizim de elimize silah alıp, birilerinin hayatına son vermemiz, geride gözü yaşlı anneler, çocuklar ve eş bırakmamız gerekiyor galiba. Dağa çıkıyorsun, nice masum insanın yaşama hakkını elinden alıyorsun, namusuna, bir lokma ekmeğine saldırıyorsun ama sonunda halkın içine sızıp içten içe kemirebilmek için tüm benliğimizi, af dedikleri o yasadan yararlanıp paşalar gibi bakılıyorsun. En sevdiğim, bana ben kadar yakın olan Pergin’in babası evet 18 kurşunla sokak ortasında bir cuma günü namazına giderken acımasızca katlediliyor, kim sordu heabını, acısını kim çekti. Onların içindeki acı, özlem hiçbir zaman dinmedi, hele ki o kahpe kurşunları sıkanlar aynı topraklarda aynı hayavı soluyup, elini kolunu sallayarak gezerken şimdi kime ya da kimlere kaç kurşun sıkmak lazım. Bana sorsanız aynı acımasızlıkla onları yoketmek gerek. YAŞAMA HAKKI MI DEDİNİZ? O DA NEYDİ Kİ, YABANCISI OLDUĞUMUZ BİR KELİME, GERÇEKTEN ÖYLE BİR HAK VAR MI?..
Hülya’cığım heyecanından olayları karıştırmışsın.)) Camiiden çıkarken vurulan dedemdi, babam ise okulun bahçesinde vuruldu…
Ablaa lütfen gülümse artık
Türkiye’nin çatısı Erzurum’dan sevgiler…
Kim ben mi, heyecan hiç bana göre mi:):):) Pergin’im ya. Bilmen lazım:)
Çaresiz elleri hep çaresiz gönüller tutuyor… Çaresizliği bilmeyenler de yılda bir kez adı geçince hatırlanan uyduruk günlerde anlamaya çalışıyorlar çaresizliği!!!… İnsan Hakları günü… İnsan Hakları Mahkemesi… En nihayetinde, hakların adaletlice verildiği en büyük mahkeme var değil mi?.. İnanıyoruz şükrolsun…
İnsan Hakları günü… İnsan Hakları Mahkemesi… Olsa ne olacak ki! Hak adalet mi dağıtıyorlar! İnancımız kalmadı bunların hiç birine malesef…
Hayat hikayeleri birbirine benzeyen Berrin ve Pergin ablama burdan sevgiler…
Adalet büyük mahkemede olacak inşallah Nehrihan’cığım… Seni gördüğüme sevindim… Sevgiler kere sevgiler sana da:)