Tema Vakfı kurumuş topraklara fidan dikmeye çalışacağına; insanların içine insaf tohumları ekmeye çalışsaydı keşke!
Ne yazarsan yaz, ne söylersen söyle aynı hesap: Ha teneke çalıp dolaşan köyün delisi, ha sen! Bir yanda herkes var… Diğer tarafta sen, ve ağaçlar!..
Ya sen ve ağaçlar haklısınız, veya diğerleri!
Elektrik Ankara’ya değil, İstanbul’a değil, Selanik’e bile gelmeden; İstanbul’umuz değil, Ankara’mız değil, Harran’ımız bile büyük büyük ağaçların gölgesindeydi…
“Carcar”ların hiç önemi yok…
Gerçekler gerçekten gerçektir; arayan bulur, okuyan bilir…
Birilerinin, gerçeklerin gerçek olduğunu kabul etmemeye direnmesi; gerçeklerin gerçek oluşunu değiştiremez!
Bizim dedelerimiz, hem de sultanından kölesine, tüccarından köylüsüne; su bulup, fidan dikip, gölgesinde kitap okuyor, kitap çoğaltıyor, kitap yazıyorlardı… Ne zaman ki “ilim kuşu”nu uçurduk elimizden… İşte o gün “hava” doluverdi şerbeti dökülen bardaklarımıza!
Dedelerimizin diktiği şu zavallı ağaçlar, bütün yolların kenarındaydı o günlerde de. Hem de şimdiki boylarındaydı çoğu…
İnsanlar seviniyordu “elektrik geldi” diye… Ağaçlar ise insanların sevinmesine seviniyordu…
Önce vilayetler, sonra kasabalar, çok sonra da köyler tanıştı elektrikle. Elektrik denen şeyin, meğer; direklerin tepesine bağlanmış kara kara teller olduğunu gördü ağaçlar…
Sonra telleri çoğalttılar, sonra telefon kablolarını eklediler yanlarına; ama ağaçlardan da birkaç dal-budak kestiler…
Aradan yıllar geçti… Bazı cahil köylüler ile sümüklü çocuklar, sandılar ki; elektriğin gelmesi için, medeniyetin yürümesi için ağaçların budanması gerekiyor! Çünkü ağaçlar hep buradaydı, buralıydı. Ama elektrik; uzaktan gelen bir misafir gibiydi!
Bu hal, sonradan alışkanlığa dönüştü.
Çünkü dili yoktu ağaçların…
Ve elleri-kolları zaten kesiliyordu!
Şimdi, hâlâ, bugün bile; o zannedişler mi yaptırıyor şu acayipliği bazı başkanlarla köy muhtarlarına? Bilemiyorum…
Direkler dikiyorlar törenlerle, tam yolların kenarlarına. Ve bunlardan teller geçiriyorlar… Sonra yine törenlerle tam bu tellerin altına fidanlar dikiyorlar, gübreliyorlar, suluyorlar…
Fidancıklar ise sevinç içinde; dikildikleri sokakları süslemek, güzelleştirmek, gölgelendirmek için filiz veriyorlar, çiçek açıyor, büyüyorlar…
Ama bir gün… Mart ayı biterken… Elleri testereli, baltalı, bıçaklı adamlar “hurraaa” diye yürüyor zavallıların üstüne… Sanki fukara çocuklarını zorla “eşek tıraşı” yapar gibi; kesiyorlar, biçiyorlar, koparıyorlar dal ve budaklarını…
Her ağaç, kuru birer balta sapı gibi kalıncaya kadar!
Herkes, dünyanın en akıllı adamıdır; malum…
Dolayısıyla ne ben ve ne de içimi sızlatan şu “kötürüm” ağaçlar, daha iyi bilmeyiz bu işi, eli testereli adamlardan!..
Sorarız sadece, merak ettiğimiz için:
Afrika belgesellerinden başka, acaba kaç ülkede görülmektedir; şehrin bütün tellerinin sokakların tepesinde lingir lingir sallandığı?..
Acaba nerede görülmüştür; her fidanın, sanki ölçülerek bir telin altına dikildiği?..
Ve yüzlerce, binlerce ağacın; sözümona budamak adı altında, dalsız budaksız kütükler haline getirilmesine “bahar budaması” dendiği, acaba dünyanın neresinde görülmüştür?
——-
Not:
Bu yazı beni rahatlatamadı, ama belki de cascavlak bırakılan ağaçların canına su serpmiştir!..
Stop
Muammer Erkul
07 Nisan 2006 Cuma