Köylüler nerden biliyor? [28 Aralık 1999 Salı]

Köylüler nerden biliyor?

(Dün de bahsetmiştim “eski” takvimden… Hah, işte yine onunla ilgili yazacağım. Bakın geçenlerde ne oldu…)
Takvimi sık sık karıştırıyorum ya; biliyorum, 12 Aralık Pazar günü Kasım’ın 35’idir… 35 Kasım’a “Karakış Fırtınası” kaydı düşülmüştür. Bunları biliyorsan, “ukalalık yapma hakkı”na sahipsindir(!)
Ramazan’ın üçüncü günü iftara gittik. Büyük baş hayvan da besleyen ev sahibi çiftçilik yapıyor. Gördüğüm ve dinlediğim kadarıyla anlıyorum ki, öyle birkaç günde bitmeyecek işlere tutunmuşlar. Uyarayım da “rahatlayayım” dedim:
“Siz bu işe başlamışsınız ama, yarın yani Pazar günü Kasım’ın 35’i… Kasım’ın 35’i de Karakış Fırtınası…”
Hiç düşünmeden dedi ki:
“Yok… Ramazan’ın ilk on günü, şöyle alıştırıncaya kadar hava bozmaz, iyi gider…”
Hava ilk üç gün çok güzeldi ya. Onun bu havalara aldandığını düşünüp;
“Sen görürsün gününü” dedim içimden!..

O akşam batıda, hem de “âfât” dedikleri istikamette biraz bulut toplanır gibi oldu. Yarını daha merakla beklemeye başladım; güneş pırıl pırıldı. Belki bir gün kaymıştır, dedim fakat Pazartesi de açıktı ortalık!..
Akşam üzeri batı-güneybatı tarafında yine bulut kümeleri vardı. Hem de gri ve mora çalan… Ama askıda bekleşip duruyorlardı! havada da tatlı bir lodos esiyordu, bana inadına!..
“Sen görürsün gününü” dedim ya;
Gördüm günümü!
Taa Ramazan’ın 13’üne, yani Salı’ya kadar da yazdan kalma pırıl pırıl günler yaşadık hep beraber…

Şu köylülere kim “cahil” demiş, anlamıyorum…
Neden hep onları “attıkları” tutuyor ki?..
On gün hava bozmaz, diyor… Güneş tam onüç gün “bana” sırıtıyor!..
Kurbanını o kadar açıkta kesme, şu saate kadar yağmur gelir, diyorlar… Sözlerini dinlemezsem ıslanıyorum!..
Hatta daha tuhafı (ki yazmıştım onu da); Ağustos depreminin sonrasında biri demişti ki:
“Her depremin ardından uçak düşer. İnşaallah büyük bir uçak olmaz bu defaki…”
Şükür ki o günlerde düşen uçaklar (en azından) yolcu uçağı değildi… En azından o acıların üstüne bir büyük acı daha yaşamamış olduk.

——————————————————–

Mehmet Akif’i örnek almak

Dün, yani 27 Aralık (1936) Mehmed Âkif Ersoy’un vefât yıldönümüydü. Bazıları tarafından bilerek veya bilmeyerek “din alimi” diye lanse edilmesinin ince hassasiyetine de dikkatleri çekerek, İstiklal Marşı şairimizin… Bu büyük söz ustası ve vatanperverin bazı hususiyetlerinden bahsetmek istiyorum.
Akif’i bir “İmam” veya “İslâm alimi” gibi pompalamak büyük tehlikedir… Lakin onun toprağına, bayrağına, insanına ve inancına olan bağlılığını da “örnek olarak” incelemekte yarar var.
Mehmed Akif; yaşarken ve ölümünden sonra, üzerinde “mühim oyunlar” tezgahlanmaya çalışılmış bir şahsiyet… İsmi hâlâ sıcak tartışmaların ortasına itiliyor!..
Yüce Mevlâ önce beni, sonra sizi ve Millî Şairimiz’i affetsin…Mânevî huzurumuzu karıştırmaya çalışanları da bildiği gibi yapsın, inşaallah…



DUVARA YAZILAN İSTİKLAL MARŞI

Mehmed Akif örnek alınacaksa “şairliği” örnek alınmalı…
Ankara’daki Taceddin Dergahı’nda onunla beraber kalmakta olan Konya Meb’usu Hafız Bekir Efendi, şairin İstiklâl Marşı’nı hangi duygularla yazdığını şöyle anlatır:
“Akif bir gece aniden uyanır, kâğıt arar. Bulamayınca da kurşun kalemiyle yer yatağının sağındaki duvara, marşın:
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım;
Yırtarım dağları enginlere sığmam, taşarım.
kıtasını yazar. Sabahleyin namaza kalktığında, Üstad’ı çakısıyla duvardaki yazıyı kazırken gördüm.”

MUKADDESATIMA SÖVDÜRMEM
Mehmet Akif örnek alınacaksa mukaddeslerine bağlılığı örnek alınmalı…
En çok rahatsız olduğu hususların başında din, vatan, millet gibi mukaddesatlara söğülmesi gelir…
Bir gün, arkadaşı Semih Rifat Bey, onun sevmediği birini koluna takar ve (sözde barışmalarını sağlamak için) bulunduğu yere getirir. Fakat Akif adamı görür görmez yayından boşanmış ok gibi kapıdan dışarı fırlar…
Daha sonra bu davranışının doğru olmadığı kendisine hatırlatıldığında ise;
“Evet, ayıp ettim. Semih buna meydan vermeyecekti. Benim o adamla zorum yok Hasan Basri (Çantay)… Fakat o adam mukaddesatıma sövdü. O benim evladımı öldürseydi belki afvederdim. Hânümânımı (ev-ocak) söndürseydi yine afvederdim. Daha ileri gideyim, herkesin huzurunda benim yüzüme tükürseydi yine geçebilirdim. Madem ki gelmiştir ve onu azîz bir dostum getirmiştir. Fakat o benim mukaddesatıma sövdü, mukaddesatıma sövdü…” diye cevap verir.

BU İŞİN YARINI VAR (!)
Mehmet Akif örnek alınacaksa hassasiyeti örnek alınmalı…
Zamanın Diyanet’i onu sonunda ikna eder… (Bu konuda Tarih ve Düşünce Dergisi’nin Kasım ‘99 “Akif” sayısında bol miktarda bilgi var. Tel (0 212 511 75 00) Ve ondan bir Kur’an-ı Kerîm meali hazırlamasını ister…
Fakat şair yıllarca uğraştığı halde fecî parasız olduğu ve kendisine inanılmaz servetler teklif edildiği halde meali teslim etmez… Ömrünün son yıllarında bir gün bu sorunun cevabını şöyle verir: “Meal güzel oldu, hatta umduğumdan daha iyi, lakin onu verirsem namazda okutmaya kalkacaklar… Ben o vakit Allah’ımın huzuruna çıkamam ve peygamberimin (sallallahü aleyhivesellem) yüzüne bakamam…”
Yani Akif, bazılarının camilerde ayetleri Türkçe olarak okuttukları bir zamanda, gelecek nesillerin kendi hakkında “Kur’an’ın Türkçe okunmasına sebep olan adam!” diyeceklerinden korkar ve mealini teslim etmeyip, yakılmasını vasiyet eder.

TEK KİLİM DE HEDİYE EDİLİNCE…
Mehmed Akif örnek alınacaksa cömertliği örnek alınmalı…
Arkadaşlarının ifadesiyle; “cömertliği îsâr (kendi muhtaç olduğu halde bile başkalarına verme ahlakında olmak) derecesindedir” Akif’in.
Fukara dostu ve dert babası Şair, bir akşam çok sevdiği arkadaşı Hasan Basri (Çantay) Bey’i çay içmeye davet eder. Fakat tam ayrılacakken aklına bir şey gelir ve geri dönerek:
“Çayı bu akşam sizde içelim” der.
Bu teklifi elbette kabul edilir, ama sebebi de sorulur. Akif der ki:
“Bizim odanın kilimini bir fakire vermişler..”
Hasan Basri Çantay durumu sonradan şöyle anlatır: “O oda ki, mefruşatı zaten o tek kilimden ibaretti ve o tek kilimi de bir fakire veren kendisi idi…”

PARMAKLARIN UCUNDA
Mehmet Akif örnek alınacaksa geriye bıraktıklarıyla örnek alınmalı…
Akif, ağır hastadır ve; “Ne mutlu bana ki Peygamberimizin (sallallahü aleyhivesellem) yaşında öleceğim” diyerek 63 yaşında (Allah rahmet eylesin) Hakk’ın rahmetine kavuşur. (1936)
Bu devletin millî marşını yazan büyük şairin cenazesinde devleti temsilen hiç kimse bulunmadığı halde, çoğu üniversite genci olan büyük bir kalabalık, onu al sancağa ve Kâbe örtüsüne sarar; parmak uçlarında taşıyarak, başında Kur’an-ı Kerîm ve İstiklâl Marşı okuyarak defneder.

VE SONUÇ
Şair olarak ve insan olarak baktığımızda İstiklal Marşı’mızı kaleme almış olan Mehmed Akif Ersoy’un örnek alınacak pek çok hususiyeti var.
Bunca özelliği ve güzelliği abartıp “başka şeyler” ile karıştırmamak ise yine bize düşüyor…
Allah hepimizi Sevgili Peygamberimizin ve onun arkadaşlarının, vekillerinin izinden sapmayanlardan eylesin, amin…

Kaynaklar
Tarih Şuuruna Doğru-2/İbrahim Refik, Akifname/Hasan Basri Çantay, Safahat/Mehmet Akif Ersoy (M. Ertuğrul Düzdağ), M. Akif Hakkında Araştırmalar/M. Ertuğrul Düzdağ, İstiklal Marşı, Tarihi ve Manası/Beşir Ayvazoğlu, Tam İlmihal, Tarih ve Düşünce/Kasım ‘99

Sarı papatya
Damlaya damlaya göl oldu sevgi,
Biraz ister miydin sarı papatyam?
Çakır gözlerimde resmine övgü…
Gönlüm ki, çöllerden seraba atlar,
Kuru ağaçlardan tomurcuk patlar,
Kiraz ister miydin sarı papatyam?

Gariban eserken yel oldu sevgi,
Çatlak topraklara yağmur yağmakta!
Bitti cinlerdeki karışık sövgü…
Gözler ki, feneri düşüncelerin,
Gözler ki, ışığı, bu gecelerin,
Nasipsiz kalplere gurur yağmakta!

Kaba halatlardan tül oldu sevgi,
Değmeye kıyamaz bir türlü eller!
Her ilmekte senin için bir kaygı…
Öptüğün dudaklar titreyip durur,
Boş kalan ellerim isteyip durur,
Yerine bağlanmaz bir türlü teller!

Beslene beslene gül oldu sevgi,
Bereketli diyarlardan çiy düştü!
Terbiyesiz tûtilerden pür saygı…
Sen öğrettin, sen bellettin gülmeyi,
Nerde kaldın, unuttun mu gelmeyi?
Söyleye söyleye dile tüy düştü!

Yol bilmeyenlere sel oldu sevgi,
Denizin tuzundan tatmaya görün!
Bir heyecan, bir ürperti, bir duygu…
Enginde buluyor rengini sular,
Bu mevsim sebili dengini sular,
Yazından-gözünden tatmaya görün!

Zifir karanlıkta al oldu sevgi,
Mumu yakmaz oldu vefasız kullar!
Bir acıklı desisedir bu öykü…
Şimdi senden bîhaberim, bîhaber,
Karanlıkta ışıksızım, ne haber?
Hazineye konan cefasız kullar!
İlhan Palalı

NOT: İlhan Palalı’nın bu şiirini özellikle göresiniz diye yayınladım… Biliyorum sizler de farkındasınız; onun, uyardığımız noktalara biraz daha fazla dikkat ederek nasıl çalıştığını yazdığı mısralar üzerinde. Şu okuduğunuz şiirin de nasıl satır satır, santim santim dokunmaya-örülmeye çalışıldığına, gayrete bakar mısınız?.. Ellerine sağlık İlhan, yüreğin dert görmesin.
Gönülden sevgilerimle…
M.E.

Stop
Muammer Erkul
28 Aralık 1999 Salı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir