İlle de kırık leblebim
Ben, çeşitli renklerdeki işlerle uğraşıp, bir yandan da pembe hayaller kuran…
Bu hayallerin en pembesi olarak da yazmayı gören ve böylece “takılıp giden” biriydim.
Bir gün…
Zannediyorum ki; doğru zamanda ve doğru yerdeydim…
Adı Stop “konan” bir köşem oldu.
Nur topu gibi, derler ya…
Nur topu (veya Sevgi yumağı) gibi.
“Herşeyi bilen” bunca insan varken, benim gibi hemen hiçbir şeyden haberi olmayan…
Herşeyi bilenlerin kulislerinin “adresini bile” bilmeyen…
Sokaktaki çocuklarla seksek oynayıp, söğüt gölgelerindeki ihtiyarların “ihtiyarladığı söylenen” hikayelerini “gencecik kulaklarla” dinleyen…
Para saymayı, adam asmayı; hükümet devirmeyi ve hatta “vatan kurtarmayı bile” bilmeyen…
Politikadan, ekonomiden, spordan… Dahası; “artiz kaaveleri” ile gündüz kapalı mekanlardaki hercai, sarmaşık ve yediverenlerin dedikodularından bile anlamadığını “bilen”birine hiçbir yerde, hiç kimse uzun süre yazdırmaz diye düşünürken…
Hatta süregelen köşe yazılarından, kendi yazmış olduklarının; inek sürüsüne yanlışlıkla karışmış bir tek manda kadar “farklı, yabancı ve acaip” olduğunu herkesten duyup, bilirken hasbelkader yazmaya başladım!..
“Ne âlâ, dedim… Yüz gün yazabilirsem!..”
“Takıldığım” işlere yüz günlük köşe yazarlığını da ekleyecektim ki, olmadı!..
O zaman içinde, bilmediğim birisi, içinde adımızın da geçtiği kendi dualarını duası kabul olanların dualarına katıp, göndermiş olmalı duaların kabul olunduğu makama…
Bu durumun başka da bir izahı yok yani, benim bildiğim!..
Bilmediklerimi de nasılsa siz bildiriyorsunuz bana.
Bunca laftan sonra ne dememi bekliyorsunuz sahi?..
Bunca yıl söylediklerimi toplasanız beş altı kelimeye, beş altı ana başlığa sığar… Ki herkesin söyleyebileceği cümlelerdir bunlar da…
Onlar da ancak her seneye bir tane falan denk gelir…
Düşünüyorum şimdi, ne yazmışım bu beş-altı senede?..
Görebildiğim; hakikaten beş-altı kelime, beş altı ana başlık.
Sanki Keloğlan’ın inadı; “ille de kırık leblebim!..”
Benimki biraz anormallik, biliyorum!.. Bunca altın, gümüş; sarı, beyaz; tuzlu, baharatlı leblebi varken ortalıkta…
İlle de kırık leblebim!..
Ne bunlar. İşte:
¥Hiç kimse bu köşede okuduklarından imtihan edilmeyecek. Ama her ölümlüye arkamızdaki sayfada yazılanlar lüzumlu. Önce “Bizim Sayfa”yı okumalıyız…
¥İnsan mühimdir. Yapılmış ve yapılacak olan herşey insan içindir… Öyleyse insanı hakettiği yere koymalı ve ona layık olduğu değeri vermeliyiz…
¥Bizi ileriye götürecek olan; istediğimiz zaman istediğimiz rotaya çevirebildiğimiz kendi düşüncelerimizdir. Yani istersek iyi, güzel, olumlu, pozitif düşünebiliriz. Buna biraz daha ağırlık vermeliyiz.
¥Sevgi yaratılışımızın “mayasında” olduğuna göre, vazgeçilmezimizdir. Sevgisi kurumuş kişi suyu kesilmiş çeşme gibidir… Sadece sevmekle kalmayıp, bu sevgiyi göstermeliyiz..
¥İrtibatın kopması insanları koparıyor biribirinden. Yaban ve yabancı oluyoruz bir zamanlar sevdiklerimize. Öyleyse aramalıyız onları… Gitmeliyiz yanlarına… Ve elimizin erdiği, gücümüzün yettiğince yardımlaşmalıyız…
¥Her zaman, ama her zaman moral ve motivasyona ihtiyacımız vardır. Bize inanan, güvenen; sırtımızı okşayıp bize güç veren; yapabileceğimizi, başarabileceğimizi söyleyen… Varlığının ve yarlığının bile bizi güçlendirdiği kişilerden ne bekliyorsak; birileri için “o ihtiyaç duyduğu insan” olmaya çalışmalıyız…
İşte benim “kırık” leblebilerim…
İlk anda aklıma gelenler. Herhalde sizin de köşemizi düşünürken ilk aklınıza gelenler bunlar oluyor…
Bu demek; mühim olan başka hiçbir şey yok, demek değil elbette…
Ama Meclis tavanındaki çiğ köfte, hiçbir zaman unutulmak üzere olan “kuş saraylarından” önemli olmadı benim için…
Bilmem hangi takımın orta saha oyuncusunun sol ayakkabısından düşmüş en arka çivi, hiçbir zaman toprağa ekilmiş bir fidandan değerli olmadı…
Yıllardır, yıllardır bu köşede okumuş olduklarınız neydi?
İmtihan…
İnsan…
Kendi düşüncelerimiz…
Sevgi…
İrtibatta kalmak…
Moral ve motivasyon.
Yine yıllarca, yıllarca daha aynı konularda yazmış olsaydık da…Üstelik tanıyıp tanımadığımız herkes de okumuş olsaydı yazdıklarımızı, tesiri ne olurdu?..
Ne demeye mi çalışıyorum?
Şunu:
Bunları anlamak için, illa ki böylesine bir depremi “davet” etmek zorunda mıydık?..
Bir dakikada… Sadece tek bir dakikada hepimiz koklayıverdik ölümü; ölümlü olduğumuzu hatırladık. Bir imtihana doğru gittiğimiz geldi hatırımıza. Öyleyse nelere dikkat etmemiz gerektiğini düşündük…
Değil mi?..
İnsanı hatırladık… İnsanları ve insan olduğumuzu.
İnsan için yapıldığını herşeyin…
Yapılan herşeyin insan olmadan hiçbir manası olmadığını anladık…
Değil mi?..
Mayamızdaki sevgiyi hissettik.
İnsana, hayvana, ağaca, toprağa, denize…
Hatta karşılıksız, beklentisiz sevgilerimizi açığa çıkarıp güzelleştik, yanan bir ampul gibi ışıldadık, “aydınlığımızın” hissedildiğini hissettik…
Değil mi?..
En yakınlarımızdan, artık yabancı olmuş en uzağımızdakilere kadar herkesi, uzun zamanlardan sonra ilk defa aramayı, sormayı, yanlarına gidip ellerini tutmayı, gözlerine bakıp ihtiyaçlarını görmeyi ve varsa yaralarına derman olmayı aklımıza getirdik…
Değil mi?..
Hepimizin biribirimize… Biribirimizden alabileceğimiz morale ve motivasyona ihtiyacımız olduğunu…
Bu “enerji” ile çarçabuk ayağa kalkabileceğimizi farkettik…
Değil mi?..
Bir gün önceki düşüncelerimiz “sanki bir başkasıymışız” kadar değişmişse…
Daha iyi, daha güzel, daha yapıcı, daha yardımcı, daha olumlu, daha pozitif düşünebileceğimizi ve düşüncelerimizin de direkt olarak davranışlarımızı şekillendirdiğini kavrayabildik…
Değil mi?..
Hepimizin işi;
Daha iyi bir insan haline gelmek…
Ardından da;
Biribirimize örnek olmak.
Değil mi?..
Bunları unutursak, bir dakika bile sürmeyen bir sarsıntı bütün jetonları indiriveriyor işte!..
Hatırlıyoruz…
Ama bazen, “artık biliyor olduklarımızı” göstereceğimiz veya göstermek istediğimiz kişiler maalesef elimizden “uçmuş” oluyor!
Bu depremden millet olarak çok şeyler öğrendik… İlgiyi, sevgiyi, insan olmayı öğrendik… Ve tevekkül etmeyi…
Değil mi?..
Stop
Muammer Erkul
01 Eylül 1999 Çarşamba