Şu Tarkan denen çocuk ciddi ciddi o kadar başarılı ki, kelimelere sığmaz… En azından, bir Türk’ün dünyanın neresinde olursa olsun “Yakalarsa, mcuk muccuk” yapacağını öğretti dünyanın bütün insanlarına!..
Bu arada, yakalayınca “mcuk muccuk” yapmak gerektiğini, yahut “mcuk muccuk” yapmak için önce yakalamak lazım geldiğini Tarkan’ımızdan öğrenmek isteyen, sadece ABD’de (geçen ayki satışlara göre) çeyrek milyon kişinin olması da şaşırtmadı değil hani insanları!..
Yıllardır; “Müzik yapsaydım tek rakibim Tarkan olurdu” lafını boşuna söylemiyorum ben…
…..
Bu arada da elbette anlaşılıyor değil mi, Tarkan’la aralarında büyük bir “sıklet farkı” olan zıpçıktıların;
“Acaba Tarkan yumuşak ayak mıı, yoksa sert pazu mu!..” adındaki aşure kazanını neden bir zamanlar ateşe koymaya çalıştıklarını?
Bu “zıpçıktı” lafı da tam “CUK” oturdu değil mi, bir gecede “sanatçı” edilen “sıradanlığa namzet” vatandaşlara!..
Bak şimdi; şu “edilen” kelimesi de gelip nasıl en münasebetsiz yere kondu!..
En iyisi uzaklaşmak buradan…
Ama, Tarkan konusunda hazmedemediğim noktalar var. Bu çocuk bizim yapamadığımız şeyleri yapmış ve yapmaya da devam ediyor işte… Niye koca koca adamlar tutup onun başına bunca çorapları örmeye kalktılar ki?..
Halbuki bizler, bir ömür boyu zamandır;
“Miğhaba!..
Neağsisiin?..
Jij gebab istiyoğ…” Diyebilen bir ecnebiyle karşılaştığımızda, aynen dantel ören bir manda görmüş kadar şaşırıyor…
Büyük bir sevinç içinde var ise “emir”lerini alıyor…
Ve dahi ona; “Hangi partiye oy vermemizi, nasıl namaz kılmamızı, Avrupa Birliği’ne girebilmek için neler yapmamızı tavsiye ettiğini” bile soruyor…
Ve de onun bazı safları kandıran cinler gibi bilir-bilmez konularda anlattığı, çoğunu da uydurduğu “tavsiyelerini” de uygulamaya çalışıyorduk!..
Bir ecnebinin “miğhaba, neağsisiin” veya “jij gebab istiyoğ” gibi garip Türkçeleri bizleri neden bu kadar heyecanlandırıyor dersiniz bunca yıldır?..
Cevap gayet açık aslında:
Yeryüzünde Türkçe bilen kimse yok…
Yo, yanlış oldu;
Yeryüzünde “Türkçe bilmeye devam eden” kimse yok!..
Hadi, düşünün şimdi bu lafın ne demek olduğunu.
Herhangi bir yabancı diliniz var mı bilmiyorum. Ama çocuklar bile şunu bilirler ki; öğrenmeye çalıştığınız bir yabancı dili geliştirmek için en iyi yol, o dili daha önce öğrenmiş birisiyle pratik yapmak. Böylece öğrenilenleri ve o dili canlı tutmak…
Buraya kadar aynı fikirde miyiz?
…..
Bu, dünyanın her dili için geçerli…
Bu, dünyanın her yeri için geçerli…
Sadece, yurtdışında Türkçemizi öğrenmeyi kafasına koymuş herhangi bir ecnebi için hariç!..
Şimdi herkes şaka yaptığımı falan zannediyor ama, dinleyin bakalım şunları:
Bir Türk, Türkiye’de Fransızca öğrenmeye karar veriyor. Kursa gidiyor, bulduğu ders kitaplarını öğreniyor ve Fransızca klasikleri okumaya çalışıyor. Güzel tarafı; okuduğu romanın 20 sene evvel tercümesini yapmış, yani bu dili 40-50 yıldır bilen kişi ile de tanışıyor, ki gelişmesini hızlandırabilsin…
Doğru bir yol mu bu?
Elbette.
…..
Şimdi de tersinden bakalım:
Bir Fransız, Fransa’da Türkçe öğrenmeye karar veriyor. Kursa gidiyor. Daha hızlı öğrenmek için haricen bulduğu ders kitaplarını öğrenmeye çalışınca biraz kafası karışıyor. Bir terslik sezdiği için kütüphaneye gidiyor ve eski tercümeleri okumaya çalışıyor… Ama bu defa kafası daha allak bullak oluyor!..
Çareyi, bir zamanlar Türkçe öğrenmiş olan kişileri aramakta buluyor; ama durum tam içinden çıkılmaz hale geliyor…
Ortaya çıkan sonuç şu ki;
Türkçemiz her beş-on yılda bir tamamen veya kısmen değişiyor veya değiştiriliyor…
Yurtdışında her beş-on yıl arayla Türkçe öğrenmiş yabancılar biribirlerinin “neyce” konuştuğunu bile anlayamıyorlar…
Yani Türkçe, bir yabancı için; ancak Sultanahmet Meydanında dolaşırken öğrenebileceği bir “Tarzan dili” olarak kalıyor!
…..
Anlaşılabildiğimden endişem var ama, lütfen beni anlayınız!.. Ne siz, ne ben bu “güzel” dili yurtdışında öğrenmedik… Bu dili bu topraklarda yaşayanlar olarak bizler bu hale getirdik…
Öyleyse turistleri de gerizekalı falan sanmamız lazım…
Adam ülkemize iniyor, düşünüyor; acaba kendisi “seyyah” mı, “turist” mi, “gezgin” mi?..
Yardım isteyecek; “mütercim” mi arasın, “tercüman” mı bulsun, “çevirmen” peşinde mi koşsun?..
…..
Langenscheidt Sözlüğü’nün Altın Kitaplar tarafından 1983’te yapılan 7. baskısına bakın şimdi, henüz 17 sene evvelki sözlük…
İşte şu “komiklik” belki de toplum olarak içinde bulunduğumuz durumu anlatıyor:
olası: probable
probable: muhtemel
…..
sorun: problem
problem: sorun, mesele
…..
Sadece “A” bölümündeki bazı kelimelere de bir bakın:
…abes, abluka, abstre, acar, acuze, adavet, addetmek, afakî, ağılamak, ağmak, ahdetmek, ahu, âkıbet, akide, akit, âlâ, amil, arz, arzuhal, atfetmek, avam, avdet, azam, azil…
Bazılarının hangi anlama geldiğini bile bilmiyor artık çoğumuz, değil mi? Ama bizim “unutmaya” çalıştığımız bu kelimeleri öğrenmeye çalışıyor işte Türkçemize merak salan zavallılar!..
Bizler mi?..
Bizler dünyanın en uzun süre dil eğitimi alan milletiyiz…
Hepimizin şahit olduğu gibi;
Beşikten mezara kadar Türkçe öğreniyoruz!..
Yani, Tarzan dili, Tarkan dili derken anlatabildim mi “Miğhaba!.. Neağsisiin?.. Jij gebab istiyoğ…” diye geveleyen yabancıları görünce niye çılgınlar gibi sevindiğimizi!..
Stop
Muammer Erkul
29 Haziran 2000 Perşembe
🙂
Ü. CENAY