Bazen ağır ağır yürüyor, bazen kumları sıçratarak koşuyordu Mecnun. Sonra da düşüp dizlerinin üstüne hıçkırıyordu… Uzaklara bakıyordu, daha uzaklara. Çağırıyor, çağırıyordu… Gelmeyince çağırdığı, kendi düşüyordu tekrar yollara…
Bazen günlerce unutuyordu gökyüzü bulutları. Güneş kavuracak ten, insanlar kendilerini koruyacak gölge arıyordu böyle zamanlarda. Yürüyecek olanlarsa başlarına gölgelikler alıyorlardı…
Mecnun için böyle şeyler önemli değildi: Güneş her zamanki gibiydi… Gökyüzü her zamanki gibiydi ve çöl her zamanki zamanki gibiydi… O zaman ne farkı vardı ki bu günün, önceki günlerden? Mademki bugün de diğer günlerden biriydi, öyleyse bu gün de diğer günler arandığı gibi aranacaktı Leyla…
-Leeylaaaaa!..
Ardında bir ses duyup ürktü Mecnun. Döndü ki; terlemiş, yüzü kıpkırmızı olmuş bir adam… Belli ki yorgundu ve kızgındı… Gelip Mecnun’un karşısında durdu. Öfke içinde yakasına asıldı mı, yoksa düşmemek için tutundu mu pek anlaşılamadı… Ama birkaç nefes aldıktan sonra;
-Sen sağır mısın be adam, diye bağırdı.
-Yoo, sağır değilim, dedi Mecnun…
-Ne zamandır peşinden koşup bağırıyorum da neden durmuyorsun öyleyse?..
-Duymamışım… Duysaydım, dururdum…
Adamın kızgınlığı daha da arttı…
-Peki sen kör müsün de, beni hiç görmemiş gibi önümden geçtin?..
-Kör de değilim, dedi Mecnun…
Şaşkındı, çünkü gerçekten ilk defa görüyordu onu. Adam ise bağırmaya devam ediyordu:
-Nerden geliyorsun böyle ve nereye gidiyorsun?.. Üstün başın perişan, saçın sakalın uzamış; nereye baktığın ve kiminle konuştuğun belli değil… Kör gibisin ve sağır gibisin; deliler gibi düşe kalka bir belirsizliğe doğru gidiyorsun… Söylesene neden geçtin önümden? Adın ne, kimsin, nesin, necisin?..
-Hiç, dedi Mecnun… Bilmiyorum ki ben, kimim!.. Her gören bir şey diyor bana, ben sadece “Leyla” diyorum… Leyla’yı arıyorum… Öyle ki; Leyla her yerde, ama Leyla hiçbir yerde değil!.. Baksana, işte orda, ufukta, güneşin alçaldığı yerde bekliyor olan acaba benim Leyla’m mı? Bilmiyorum. Çünkü oraya varınca, onu bulamıyorum… Leyla; buldukça kaybolan, vardıkça uzaklaşan, tuttukça elimden kaçan benim için… Ama Leyla, benim… Öyle çok benim ki; ben onsuzum… Onsuz olduğum kadar da; ben O’yum… Yani sen “beni” görüyorsun, ama ben “ben”i terk etmiş, “Leyla” olmuş, öyle arıyorum yoluna baş koyduğum Leyla’mı…
Şaşkın şaşkın bakıyordu şimdi adam. Anlamaya çalışıyordu kimin karşısında olduğunu: Bir deli miydi bu, yoksa bir bilge kişi mi?..
Bu sırada Mecnun sordu adama. Dedi ki:
-Peki ben gelirken, ve seni görmeden önünden geçerken, ve yanından uzaklaşırken; sen ne yapıyordun da beni seyrediyordun, ve bana kızıyordun, ama yoluma da çıkamıyordun o sıra?..
Yutkundu adam… Dili takıldı… “Namaz kılıyordum da, önümden geçmene onun için kızmıştım” diyemedi…
Sen bir delisin, Leyla’nı ararken gözün beni görmüyor… Ben nasıl bir akıllıysam; başımı secdeye koyuyor da, kaldırdıkça seni görüyorum, seni düşünüyor, sana kızıyorum, diyemedi!
Denilemeyenler sıkışıp kaldı içinde…
-Yapacağımız işi doğru düzgün yapsak ya, diye geçirdi içinden… Sonra da, elini vurarak Mecnun’un omzuna:
-Biz, bulduğumuzu sanıp otururken, sen aradıkça bulmaktasın, dedi… Kim deli, kim veli belli değil bu çöllerde. Hadi, yürü koçum, yolun açık olsun!..
Stop
Muammer Erkul
02 Mart 2006 Perşembe