Millî maç kaç kaç bitti?
Gece vakti bir kahvehaneye girmeyeli yıllar geçmiş… Kapının önünde Mehmet ile buluştuğumuzda saat sekizbuçuğu geçiyordu. Milli maçı Cine-5 veriyormuş ve o da hemen şu yandaki kahvehanede varmış…
Üzerimizde eşofmanlar (hatta bende yedi cücelerinkine benzeyen yeşil bir başlık) var. Tebdil-i kıyafet eylemişiz… Rahatça maçımızı izleyeceğiz.
Kahvenin kapısında bile insanlar var. Görüyorum ki içerisi de hıncahınç dolu. Bir adım atıyoruz ki; aman Allah’ım, bu ne?.. Cumhurbaşkanı bile böyle karşılanmaz!.. Hiç kimsenin geleceğimizden haberi yoktu oysa!.. Müthiş bir gürültü… Ayağa fırlayan insanlar… Cayırtılarla kayan sandalyeler… Eller havada… İyi de; küfür edenler de var!
Bir an kalıyoruz ortada…
Arkadan iki kişi el sallıyor. Biz de el mi sallayacağız şimdi?.. Yoo, meğer “kenara çekil” diyorlarmış kızgın kızgın!..
Bozulmak yok.
Mehmet, en arkada bir boş yer görüyor. Bu, boş sandalye değil; son masanın gerisindeki bir boş alan… Ardından (nasıl beceriyorsa) iki de sandalye buluyor. Biz, sandalyelerimiz ellerimizde olduğu halde birilerinin omuzuna-kulağına basarak; bazılarının koltuk altlarından geçerek; iterek-kakarak pencere kenarındaki dip kısma kadar geriliyoruz…. Ohh!..
İyi ama, burdan ancak televizyonun “kendisi” görülebiliyor; önümüzde kimse durmazsa… Neyse, böyle idare edeceğiz bir süre…
Sonunda, televizyonun önünde oturanların “yumruk dilinden” anlıyorum ki, beyazlar rakip takım, kırmızılar ise bizimkiler!..
Şimdiyse pür-dikkat dinliyorum:
Bu maçı anlatan yetmişüç kişi var… Sadece bir tanesi bu kahvehanenin dışında!
İşte onu… Yani sesi “televizyondan gelen” spikeri ayırabilmeliyim diğerlerinden. Zor olacağa benziyor…
Bu anlatım dili hoşuma gitmiyor… Belki de bu kanala şifre konmasının nedeni bunca küfürlü konuşmadır!.. Yoo… Sonunda anlıyorum; küfretmeden anlatan sadece bir kişi var. O, kahvedikelerden değil!.. Diğer yetmişikisi masalara dağılmış…
Mehmet’e soruyorum;
“Bu futoblcular, kahvehanelerde de seyredildiklerini biliyorlar mı acaba?..”
İki çay geliyor, havalardan bir yerlerden…
Mehmet para uzatıyor. Sonra bir para daha veriyor, ve; “Çayları da al, tamam!..” diyor. Şaşırıyorum. Soruyorum ve öğreniyorum… Meğer burada oturduğumuz için de ücret ödüyormuşuz…
Ben, bir kahvede böyle bir maç seyretmeyeli herhalde beş yılı geçti… Üç sene kullandığım sondan üçüncü arabayla çıktığımız ilk uzun yolculuk.. Tekirdağ, Gelibolu, Çanakkale, Gönen… Ardından Bandırma ve Karamürsel…
İşte orda “pestil olma molası” vermiştik.
“Hoşgeldin” dediler, ama ben koltuğa otururken; “Hoş…” deyip, “bulduk” diyemeden sızmışım…
“Huoop… Burası otel mi?..” diyen bir sesle uyanmış ve İncirköy’de beraber büyüdüğüm kapı komşum Aydın’ı görmüştüm.
“Ne oldu?.. balığa mı gidiyoruz, misket oynamaya mı?.. Ben daha ev ödevlerimi yapmadım ki…”
“Uyan oğlum!.. Yıllar geçti, ikimiz de evlendik ve çoluk-çocuğa karıştık.. Biz Karamürsel’e taşındık, sen de şu an bizim evdesin!..”
Ardından da bacağımdan tutup, beni milli maç seyretmeye kahvehaneye sürükledi. Oturduğumuz masada bizim gazete vardı ve üstelik Stop Köşemizi millete göstermişti. Sanki; “Yahu bu resminde dişin şiş gibi duruyorsun, halbuki gerçekte gözlerin şiş” gibi lafları duyalım diye.
(Not: Aydın’cığım… Geçmiş olsun… Karamürsel yıkılırken sizin Akdeniz’de olmanızdan teselli buldum en azından…)
Mehmet kolumu dürtüklerken bir kahkaha patlatıyor. Dikkat ediyorum ki, durum çok komik… Ve “Böğğg yani… Şöyle
Bazıları habire dışarı çıkıyor… Bir yerden kutu bira alıyor. Biraz içiyor, pencerenin dışındaki sete koyuyor, içeri giriyor… Ardından başkası çıkıyor… Az önce koymuş olduğu kendi kutusunun sağına soluna başka kutular da konduğu için eliyle yokluyor ve hangisi doluysa ondan içiyor ve içeri giriyor… Bu sırada bakkalın çırağı yasağa uyarak bütün kutuları kaldırıma indiriyor… Ardından pencere önü gene doluyor.. Dışarı çıkanlar gene “el tartısıyla” kendilerinin olduğuna kanaat getirdikleri biraları yudumlayıp, bu defa da yolun karşısında duran belediye kamyonunu “yıkamaya” gidiyor!..
Bu “rutin” mütemadiyen sürüyor.
Aynı anda içeride inanılmaz gürültüler kopuyor… Oyunu değil, televizyonu bile göremez oluyorum.. Galiba pantalon reklamları da böyle yapılıyor; çünkü kot markaları okuyorum burnumun önünde!..
İnsanların son havalanıp oturduklarının hemen ardından farkediyorum ki; yan kirişlerden birine asılmış olan piknik tüpüne bağlı lüks lamba 9 şiddetinden sallanıyor!..
Birisi bağırıyor:
“Deprem oluyoor!..”
Herkes tepede sallanan tüpe bakıyor… Ama hiç kimse umursamıyor. Ardından biri kalkıp (herhalde kendi eli veya kafası çarpmış olan) tüplü lambayı durduruyor.
Beş dakika sonra herkes kalkıyor. Bu defa biz de kalkıyoruz… Maç bitmiş.
Kapının önünde, ayrılmadan önce ben Mehmet’e soruyorum:
“Maçı kiminle yapmıştı milli takım?.. Sonuç ne oldu?.. Gol attık veya yedik mi?..”
O; “Bilmiyorum!..” diyor.
Finali ise birazdan (dedesinin örgütlemesiyle) bizim ufaklık yapıyor:
“Sen püfff kokuyoysun. Ben de kucağından ineyim işte!.. Dooğyu banyoya…”
Ardından, üzerimdeki; “kahvehanede seyredilmiş milli maç kokusundan” kurtulmak için banyoya doğru yürüyorum.
Yahu, şu maç kaç kaç bitmişti be?..
——————————————————–
Nihal’den…
07-Ekim-99
11:53:11
O geceki (50 gün sonra deprem enkazından yapıldığı) baş ağrım hâlâ geçmedi. İşe gitmedim. Aslında anlamı yok çalışıyor olmanın!
(Şu “anlam”dan biraz bahseder misin?..)
12:12:40
Anlam ifade etmiyor ki! Alacağım maaşın sağladığı saygınlığın… Önemi yok! Her gün işi bırakma niyetiyle çıkıyorum. Sonra vazgeçiyorum. Bir şeyi “istemek” istiyorum ama…
12:17:39
Hani bir hedefin olur, onun için uğraşırsın. İşte ben uğraşma ve maddiyata kavuşma isteğimi kaybettim…
12:46:48
İç çamaşırı almaya gidiyorum sen bir şey istiyon mu?!..
14:57:35
Yıkılan ve yıkılması gereken binalar yıkılınca burdan seni görebilirim sanırım!..
08 Ekim 99
23:09:57
Bana güzel bir şeyler gönder.
(-Sen, benim gülümsün… Gül; sarayın bahçesinde de olsa, çöplerin-yıkıntıların arasında da olsa güldür. Rengiyle ve kokusuyla…)
23:29:48
Acemi muhabir, bu gece uykuyu tercih ediyor… Cümlemize sallantısız geceler.
23:48:47
İbrahim Amca uzun uğraşlardan sonra tedaviye cevap verdi. Hâlâ hastanede ama durumu iyi. İnşallah daha iyi olacak…
(Can koparan bir çığlık mıydı duyduğum? Belki azgın bir kahkaha! Belki de hiçbir şeydi… Ölüme cam aralayan evlerde bir soluktu sevgi; yutkunduk ve unuttuk onu. Ekmeksiz yaşanabilir(!), susuz yaşanabilir(!) Sevgi?..)
Stop
Muammer Erkul
11 Ekim 1999 Pazartesi