Gel gell…
Röportaja gel…
Liseyi bitirmiştim.
Bu arada (Muammer abi ile tanıştıktan sonraki zaman dilimi) gidip gelmelerim devam etmişti.
Bütün üniversiteler kucağını açmış beni beklediğini zannettiğim için, yüksekten uçmuş; tabir yerindeyse, burnu üstü çakılmıştım.
Bakırköy Osmaniye’de ikâmet edip yine aynı semtte bir dersaneye başlamıştım.
Dersaneden çıktıktan sonra boş kalıyordum.
Dersanenin arkasından geçen trene biniyor, içimde gökkuşağı, kafamda hikâyelerle Çağaloğlu’na akıyordum.
…
Tren bir acayipti.
Satıcılar- alıcılar, vericiler ve çeşit çeşit insanlarla dolup taşıyordu.
En çok da, ufak şirin bir çocuk ve elinden tutarak vagon vagon dolaştırdığı ve yardım istediği bir adam dikkatimi çekiyordu…
İşte bu Muammer Erkul sitesinin de hazırlamasında büyük emekleri geçen Bilal’le (seni çok seviyorum kardeşim, seni tanımamdan ve dostluğundan çok memnunum) o sıralar tanışmış ve kaldığımız yurtta "NİDA" adında bir duvar gazetesi çıkarmaya başlamıştık.
Ve duvar gazetesi için Muammer Erkul’la röpörtaj yapmaya karar verdik.
Ben bir yerlerden ses alma cihazı (teyp) bulup hazırladığım sorularla Muammer abinin kapısına dayandım.
…
O sıralar Tarihi Sultanahmet köftecisinin arka sokağındaki karadeniz apartmanındaydı ajansı…
Stop köşesi daha bir yaşını doldurmamıştı ve Muammer abinin heyacanı aynı bugünkü gibi binbeşyüzdü…
Neyse…
Kırk dereden su getirdikten sonra istediği soruları cevaplayacığını, beğenmediklerini pas geçeceğini, röpörtaj yapıldıktan sonra muhakkak görmesi gerektiğini (ikamet kağıdı, üç fotoğraf, diploma fotokopisi de istedi dermişim) şart koştuktan sonra röpörtaj yapmayı kabul etti.
Ben teybi açtım ve soruları sormaya başladım.
Bir yandan da elle not alıyorum…
Bir ara telefon geldi.
Yanılmıyorsam İçişleri bakanıydı (Ayağa kalkıp, hazır ola geçmişti de) çok heyecanlı olduğunu, ilk defa birisinin elinde teyple kendisine röpörtaja geldiğini söyledikten sonra telefonu kapattı. Ben de teybi biraz geriye sararak kaydı kontrol etmeye çalışıyordum.
Fakat teypten koyu bir sesizlikten başka ses gelmiyordu.
Nasıl olur filan derken farkettik ki, ben "play" tuşuna yalnız başına basmış ve teyp kendi kendine çalışmıştı. Kaldığımız yerden devam edelim derken piller de "bana ne, bana ne oynamıyorum işte" demez mi?
Velhasıl ben elle not tutuyordum ve Muammer abide suya sabuna dokunmadan konuşuyordu zaten…
Röpörtajı bitirip Muammer abiden fotoğraf istedim. Bir sürü fotoğraf arasından iki tane seçip verdi.
Birisi bütün yazar çizer takımının klasik pozu olan elinde sigara ile düşünceli bir şekilde uzaklara baktığı bir kaya resmi, diğeri de Antep veya Urfa tarafından yalaklı bir çeşmeden (yoksa sadece yalak mıydı?) su içerkenki haliydi…
. . .
Sonuçta Muammer abinin istediği gibi röpörtajı hazırlayıp Çağaloğlu’nun yolunu tuttum.
O gün nedense Sirkeci’den bir önceki durak olan Cankurtaran’da inesim geldi…
Dar sokaklardan Ayasofya’ya çıkarken aşağıya doğru hoplaya zıplaya geçen bir çocuk, gözünde büyük güneş gözlüğü, bir eli cebinde, diğer elinde de plastik (körlerin kullandığı) sopayı sallaya sallaya bir adam geliyordu.
Sanki ben bunları bir yerlerden tanıyordum derken, iyice yaklaştılar ki; vay anasını sayın seyirciler…
Bunlar trende yardım için dolaşan sevimli çocuk ve özürlü numarası yapan adam değil mi yahu!?
Eh be İstanbul…
Alacağın olsun e mi?
Yaşlı Cadaloz!..