Mülâkat 3 [08 Nisan 2000 Cumartesi]

Soru: (20 Subat 2000 Pazar 14:36)
Bir aşk ile yapıyorsun bu mesleği.. Paylaşım adına yapıyorsun…
Azmi gördüm yazılarında, kalbimde hissettim yine o güzel duygularını..
Bu meseleğe başlayalı kaç sene oldu?..
Ve son olarak söylemek istediğin bir şey varsa söz senin.. Bana ve arkadaşlarıma.. Hatta öğretmenime..
Aslında gönlüm hep virgülden yana ama bu seferlik ödev son bulsun diye noktayı koyalım..
Evet söz senin güzel adam, seni dinliyoruz.

Cevap: (22 Subat 2000 Salı 15:16)
Ya aşk var veya hiçbir şey yok!..
Adını bildiğin bütün şahsiyetlere bak; hep aşkı göreceksin.
Belki “biri” olmanın sırlarından biri de bu..
Burdaki aşk elbette geniş kapsamlı. Tutku, sevgi, azim, hırs, inat, sebat, sabır ve aklına gelen benzer bütün kelimeler burdaki “aşk”ın içinde…
Aşk; başarının özsuyu,
Aşk vazgeçilmezin adı…
İşadamlarına bakıyorsun aşıklar… Sanatkarlara bakıyorsun aşıklar… Bilimadamlarına bakıyorsun aşıklar… Öğretmenlere bakıyorsun aşıklar…
Ama ne olursa olsun ve kim olursa olsun, aşk; o mesleğin öğrenciliğinde başlıyor ve aşıklar hep ÖĞRENCİ kalıyorlar.
…..
Ya aşkı ta gönlünde taşıyanlar var, ya da dolap beygirleri!..
Boynuna asılmış bir parça samanla bir ömür boyu aynı dairede dönen hayvanlardan farklı olmak istemez mi insanlar? Sırtında değnekle harman yerinde döven çeken öküzlerden farklı olmak istemezler mi?..
Ne farkı var bazı insanların diğerlerinden?
Şu ki; bazılarının aşkı var.
İşte bu insanlar başarıyor ve parmakla gösteriliyor.
Bu insanların rengi bile farklı diğerlerinden. Kokusu farklı, lezzeti farklı, biçimi bile farklı hatta!.. O zaman “yarınların beklediği insanlar” kim olacak dersin? Kimleri buyur edecek kucağına büyük tutkular?..
Cevap çok basit, çok net:
“Kendisini seçenleri!..”
…..
O bir dünya güzeli…
Kimi seçecek kendisine yar diye?
Cevap çok basit, çok net
Kendisine gelenleri.

Bir şey yap, ama o en güzeli olsun.
Çünkü bu ülkenin, “en güzelin” peşinde koşanlara ihtiyacı var…
Bir çivi çak, ama o çivi çakılmış en güzel çivi olsun…
Bir kuru fasulye pişir, oma o fasulye pişirilmiş en güzel fasulye olsun…
Bir ders anlat, ama o ders bugüne kadar anlatılmış en güzel ders olsun…
Ne yaparsan yap, ama o yaptığın en iyisi olsun.
Ve “sonuçlarda fark” beklemeye hakkın olsun.

Her gün sızlanan, her gün sıkılan ve hayatın kendilerine bir türlü güzelliklerden pay vermediğini söyleyen insanların düştükleri “yanılgı kuyusu” nerde biliyor musun?
Her gün geçtikleri yollarının üzerinde!..
Her gün düşüyorlar ama yarın yine aynı yoldan yürüyorlar!..
Bunun bir mantığı var mı?
Her gün aynı şeyi yapmaya devam eden insan, nasıl “farklı bir sonuç” bekleyebilir ki?..
Ben ona aşığım ve onun da benim ona sevdalı olduğumu bilmesini istiyorum. Ama hiç belli etmiyorum ve söylemiyorum.
Sonra “reddedilmekten korkmayan” cesur biri geliyor ve diyor ki ona:
“Ben sana vurgunum. Seni duydum ve uzak yollardan geldim. Gördüm ki, duyduğumdan da güzelmişsin… Lütfen bir kere gözlerime bak. İçimdeki ışığı gör ve tut elimi, nabzımı dinle… Ondan sonrası sana kalmış, bırak veya bırakma. Ama bana bir şans ver…”
Heey, sen!..
Kime vurgunsun ve neye?
Öyleyse ne işin var dünkü yerinde?..

Büyümesi duran bir sanayicinin “bir yatırım daha” yapmasıyla, notları düşen bir öğrencinin “bir saat fazla” çalışması arasında ne fark var?..
Önemli olan; ne yapınca sonuca ulaşabildiğin?..
Önemli olan; nasıl yazınca okunduğum ve yazmak için benim ne kadar okuduğum…
Önemli olan; anahtarım hangisi?
…..
Elbette her kilitte farklı bir anahtar döner!
Peki senin kilidine uyacak anahtarı bulmak acaba kimin sorumluluğu?..
Suçlu arama.
“Suç senin” diye, bir ok gibi parmağını herhangi birine uzattığında “kendi eline” bak…
Bir parmağın beni gösterirken, üç parmağın “seni” gösteriyor!..
Yani hep, yine, tekrar, gene, mütemadiyen ve sonsuza kadar da aynı noktaya geliyoruz ve geleceğiz de…
Mesuliyet bizim…
Mesulümüz biziz.
Bu idrak ile sorumluluğu ele aldığımızda, yani bütün ipuçlarının avucumuzda olduğunu, bütün kapıların bize açıldığını, bütün yolların bize çıktığını anladığımızda herşey kolaylaşıyor.
Dört saatimin üç saatini, diğerlerinin (buna bizim haricimizdeki herkes dahil) ne kadar hatalı olduğunu araştırmak ve anlatmak için geçirmediğim zaman, muhteşem bir şey oluyor, biliyor musun?..
Kendimi geliştirmeye, yenilemeye ve ileriye doğru götürmeye ayrılabilen tam dört tane koca saatim kalıyor geriye.
Kazanç ne?
Bir ömre dört ömür sığdırmak…
Dünyanın en çok dedikodu yapan kadınının büstünü duydunuz mu, hangi ülkede?..
Dünyanın en çok kahvede oturan adamı acaba kaç madalya aldı?..
Ama vaktini “aşkıyla” geçiren bütün sanatkar, zenaatkar, işadamı, ev kadını bayraklaşıyor bir süre sonra…
Neden acaba?
Çünkü onlar aynı ömürden dört beş misli verim alıyorlar.
Birşeyleri beklemeye zaman yok…
VAKİT HEP “GELİK” ÇÜNKÜ!..
Vakit şimdi…
Şimdi bulmalıyız kilitlerimizi dördürecek anahtarları.
Şimdi birşeyler yapmalıyız yarınlarımız için.
Üç parmağımız acaba neden hep kendimizi gösteriyor?

Nokta işte burası. Noktayı buraya koymak lazım.
Benim kaç yıldır okuduğum, kaç yıldır yazdığım önemli mi?
Önemli olan şu:
Daha önceleri sen nerdeydin ve ben nerdeydim acaba?..
Sen… Ancak… Benim… “Üç parmağımın kendimi gösterdiğini” idrak edişimden sonra çıktın karşıma!..
Dedin ki; “Bana birşeyler öğret.”
“Olur, dedim ben de… Sana ÖĞRENDİKLERİMİ öğreteyim.”
Aşktan bahsettim sana. Ne yapıyorsan aşkla yap, dedim.
Sevgiden bahsettim sana. Sevgi herşeyin başı, özü, kaynağı, dedim.
Azimden bahsettim sana. Vazgeçme, dedim. Başaran her kişi, hiç düşmeyenler değil; bir kere daha fazla ayağa kalkabilenler, dedim.
Ve senden bahsettim sana, hep de senden bahsedeceğim.
Sen ki kendi üç parmağının gösterdiği kişisin…
Cevapları neden hâla bende veya diğerlerinde aramaktasın?
Dileğim odur ve sen de buna dua et;
Yarınlar birilerini bekliyor.
Ve sen “biri” olabilirsin.
Biliyorum herkes biri olmayacak.
Ama bil ki; herkes biri olmayı seçebilir;
Sen neden bunlardan biri olmayasın?
DEVAMI VAR

Stop
Muammer Erkul
08 Nisan 2000 Cumartesi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir