Muhammed Ali’ye sarılan ilk beyaz adam ve bir devin gözyaşları…

  

İlk kısmını (nasıl gördüğümü, sahnede konuşmasını, büyük kalabalıkla birlikte Sultanahmet camiine Cuma namazına gidişimizi filan) geçen hafta anlatmıştım ya… Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu Muhammed Ali Clay’in (2 Ekim 1976 tarihinde) İstanbul’a gelmesinden 17 veya 18 yıl sonra…

Gene Sultanahmet’teyim. Ama, bu defa işyerim orda…

Kapımın önünden, hatta penceremden bakınca, bir zamanlar Muhammed Ali için platform kurulan yeri görebiliyorum. Çünkü ara sokağımızın bir ucu Yerebatan Parkı’na (Galiba adını Halide Edip Parkı koydular) çıkıyor…

 

 

Bir reklâm-tanıtım ajansım var o sıralar. Henüz köşe yazarlığına başlamamışım…

Bir gün haber verdiler: Türkiye Gazetesi “Türk Dünyası Haritası” verecekmiş… Büyük boy ve milyonlarca basılacak olan bu haritanın çizimi ve baskı öncesi hazırlığı yapılacakmış…

Hemen bizim sokağın köşesinden dönünce gözüküveren Türkiye Gazetesi ki; o zamanlar çok satılıyor. Sanırım on beş yıldır hala geçilemeyen net satış rekorlarını kırdığı dönem…

Hemen işe koyulduk, çok uğraştık, haritanın çizimini yaptım. Kıyıcığına şöyle küçücük ismimi yazmama da izin verdiler, o gün dünyanın en mutlu insanı ben oldum… Sonra ise gerçekten milyonlarca basıldı bu haritadan ve hem resmî makamlara, hem de yurt içinde ve dışında ulaşılabilen her yere hediye edildi. Ayrıca gazeteyle birlikte bütün okuyuculara dağıtıldı. Çok kahvehanede, bakkal ve benzinci duvarlarında gördüm haritayı; çerçeveletip asmışlar veya kâğıdı doğrudan duvara yapıştırmışlardı…

Çünkü ilkti bizim haritamız. Diğer bütün örnekleri daha sonra basılmıştı…  

 

 

Şimdiki bilgisayar sistemleri, programları yoktu on-onbeş yıl önce. O yüzden bu haritanın çalışmasını elle ve çok titizlikle yapmıştık… Sebebini anlamadığım çok tartışmalar, bazı televizyon haberleri filan yapıldı sonradan, ama her seferinde iftira atanların haksız olduğu açığa çıktı…

O dönem Türkiye Gazetesi’nde başdanışman olarak görevli; TRT eski genel müdürlerinden, şu an AK Parti İstanbul milletvekili Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Türk dünyasını gayet iyi bilir… Öyle ki; eski merkez binadaki toplantı masasının üzerine yaydığım koskocaman çizime şöyle gözlerini kısarak bir süre bakar ve (misal olarak söylüyorum) “Almatı şehrinin noktasını iki milim kuzeybatı tarafına çekmek lazım” der, düzelttirirdi… Yani, düşünün: Masa büyüklüğündeki beyaz kâğıdın üzerine bakıp, üç okyanus arasında ve özellikle Orta Asya’da bulunan şehirlerin bir milim yanlış yere konduğunu fark eden ve bunu düzelttiren bir uzman!

Bir gün de, yine ikimiz haritanın başındaydık. “Bakınız, şurada Turfan şehri var, diye anlatmaya başladı. Dağların arasında, bir çanak gibi çukurda kaldığı için, bütün meyve ve sebzeler mevsiminden çok daha erken yetişir burada. Çevredeki şehirlere de götürülür haliyle… İnsanlar bakar ki; meyveler mevsiminden önce yetişmiş… Nereden geliyor bunlar? Turfan’dan!.. Veya; erken yetişen meyve Turfan’da bulunur, derler” diyerek, “turfanda” kelimesinin dilimize nasıl girdiğini anlatmıştı…

Ayrıca, tanıyanlar iyi bilir, son derece kibardır Nevzat Bey, beyefendidir.  Konuşma, davranış, nezaket, hatta giyim kuşam ve çalışma titizliği konularında çok ciddi bir örnektir…

 

 

Nevzat hoca nerden çıktı şimdi, boks konusu içinde? Şundan açıldı ki söz; Nevzat Yalçıntaş’ın Muhammed Ali ile yakın alakası var; yazının devamını okuyun da şaşırın…

1963-1964 yılları…

Nevzat Bey, doçentlik çalışmaları için Londra’da bulunuyor. Sıkı bir tempoda evinde çalışırken, Londra İslam Merkezi’nden arıyorlar. “Dünya Boks Şampiyonası için Amerika’dan boksörler geldi, merkezimize de uğradılar, onlarla ilgilenmek gerekiyor, siz ilgilenir misiniz?” Diye soruyorlar.

Nevzat hoca gençliğinde boks yapmış. Ağabeyi de boks şampiyonlarındanmış. Yani bu konu onu yakından ilgilendiriyor…

Günlerden Pazar. Boksörlerle telefonlaşıyorlar ve sözleştikleri gibi Pazartesi günü sabah 10.00’da, Londra’nın ünlü Picadelly Meydanı’nın hemen yanındaki Picadelly Oteli’nde buluşuyorlar. Nevzat hocanın yanında, arkadaşı Haydarabat Nizam ailesinden Prens Muhsin Ali Han da var. Resepsiyonda Cassius Marcellus Clay’i görüp selamlaşıyorlar, müsafaha (yani karşındakinin başparmağını kendi elinin dört parmağıyla saracak biçimde tokalaşmak) ediyorlar…

Müsafeha edince kalpten kalbe muhabbet yayılırmış ya, kitaplar öyle der; Nevzat hocanın da gönlü muhabbetle doluyor ve (boyları sanırım eşittir) hemen sarılıp, kucaklıyor bu siyahî boksörü…

İrkiliyor Amerika şampiyonu…

Ne olduğunu anlayamaz ve hakikatten çok şaşırmış olarak Nevzat Yalçıntaş’a bakmaya başlıyor…

O an gözleri iri iri açılmış haldedir…

Ve, Cassius Clay da, bir an tereddüt ettikten sonra Nevzat hocayı kucaklıyor ve ağlamaya başlıyor…

 

 

“Şimdi şaşırma sırası bendeydi. Diye anlatıyor Nevzat hoca… Karşımda Amerika kıtasının en güçlü adamı duruyor, ağlıyor… Yaşı benden küçük, ben otuzumdayım o ise 22 veya 23… Neden bu kadar duygulandığını, niye gözlerinden böyle yaşlar döktüğünü anlayamıyorum…

-Neden ağlıyorsunuz, yoksa bilmeden bir hata mı yaptım, diye sordum.

Dedi ki:

-Beni kucaklayan ilk beyaz adam sizsiniz… Amerika’da beyazlar zencilerin elini bile sıkmazlar, işte bunun için ağlıyorum!..

Bu defa da ben çok etkilendim… İslamiyet bütün dilleri, renkleri eşit kabul ettiği için, karşımdakinin sarı mı, siyah mı, beyaz mı olduğu umurumda bile değil haliyle…

-Dinimiz ırkları ve renkleri ayırmaz, diye karşılık verdim…

 

 

Sonra hep birlikte onların kaldığı otel odasına gidiyorlar. Boksör olan bir kardeşi ve diğer boksör arkadaşları da var. Hep birlikte çay, kahve içiyorlar…

Clay, Nevzat Yalçıntaş’tan; “kendisine namaz kılmasını öğretmesini” istiyor…

İslam Merkezi’ne gitmelerinin nedeninin zaten bilgi almak olduğunu… Gizlice Müslüman olduğunu… Fakat bu bilginin müsabaka sonuna kadar kesinlikle gizli kalması gerektiğini… Eğer bir şekilde duyulacak olursa ne yapıp eder ve rapor mapor bahane ederek bu maç için ringe çıkmasına kesinlikle engel olacaklarını, söylüyor…

Otel odasında yere bir örtü seren Nevzat Yalçıntaş, onlara namaz kılmayı gösteriyor. “Duaları okumayı öğreninceye kadar rekâtlarda sadece (Allah, Allah) dersiniz” diyor. Hepsi çok dikkatli şekilde dinleyip notlar tutuyorlar…

“Onlar da bana, içindeki şarkılarda; zencilerin Afrika’daki hür hayatlarını anlatan, sömürgeci beyaz adamın kendilerini nasıl esir ettiğini, bu kıtaya getirip nasıl köle yaptığını anlatan bir plak hediye ettiler… Plağın arkasında ise; özgürlükten kurtulmak istiyorsan, önce ruhunu esaretten kurtarmalısın, gerçeği görmelisin; senin adın Alber, Simon, George değil, senin ismin Hasan’dır, Ebu Bekir’dir, Ali’dir, diyordu. Bunu dinleyen bir zencinin İslamı tercih etmemesi bana mümkün görünmüyordu” diye anlatıyor, maça kadar boksörlere rehberlik etmiş olan Yalçıntaş…

 

 

Bir süre sonra hayatının en önemli maçına çıkıyor Clay. Bütün dünyanın merak ettiği; Avrupa kıtası şampiyonu ile Amerika kıtası şampiyonu arasındaki büyük boks maç başlıyor. Sonunda İngiliz boksörü yere seren Cassius Marcellus Clay seyircilere dönüp, başına bir taç koyuyor:

-Sizin bir kraliçeniz var. İşte ben de kralım, diyor. Sonra da hemen orda Londra’da çıktığı basın toplantısında, krallığını ilan eder gibi;

 “Ben Müslümanım…

Ve ismim Muhammed Ali, diye haykırıyor…”

Bütün dünya şokta, ama bütün Müslümanlar bir kardeş olarak kucaklıyor Ali’yi… Onun kararı çok kimsenin İslâm gerçeğini görmesine sebep oluyor.

Bu tarihten sonra, bütün İslam dünyasında olduğu gibi, Türkiye’nin de sevgilisi oluyor Muhammed Ali.

 

NOT:

1942 yılında doğan, 18 yaşında Roma’da yarı ağır dünya şampiyonu olan, hemen ardından dünya ağır sıklet boks şampiyonu olup, 1965-67 arasında tam 9 defa unvanını koruyan, Wietnam savaşını protesto için askerliğe gitmeyen ve bunun için unvanı elinden alınıp ringlere çıkması yasaklanan… Yasak kalkınca 1974’te tekrar şampiyon olan Muhammed Ali, 1976’da İstanbul’a geldi…

Anlattığım, işte o gündü…

Clay, 1980’lerin başında Parkinson hastalığına yakalanıyor… Türkiye’ye ikinci gelişi ise 1993 yılında TGRT’nin açılışı için… Ama artık o eski Muhammed Ali değil… Hasta… TGRT’nin bahçesinde Nevzat Yalçıntaş’ı görünce birden gözleri pırıl pırıl oluyor… Ondan, anlattığı Londra günlerini dinliyor sevinçle. Fakat kendisi konuşamıyor… Bazen, çok lüzum ettikçe, kâğıtlara yazarak bir şeyler soruyor…

Clinton döneminde Atlanta’da Futbol Olimpiyatları meşalesini yakma görevi verilen Muhammed Ali, şimdi kendi çiftliğinde gözlerden uzak yaşıyor…

 

­­­­­­­­­­­­­­__________________________

(Yukarıda okuduğunuz yazım, ilk olarak;

İstanbul’da çıkan, haftalık “YEDİGÜN YEDİTEPE GAZETESİ”nin 5 Temmuz 2007 Perşembe günü çıkan sayısından yayımlanmıştı…)

 

1 Yorum

  1. s.a muhammed alinin büyükhayranıyım umarım mekanı cennet olur umarım beni duyuyordur ende muhammed ali gibi dünya şampiyoonu olmak istiorum ama parkinson hastası olmaktan korkuyorum yinede ne söylesem az gelir müslüman olması ayrı sevindirdi beni seni seviyorum muhammed ali 😀
    Hüdaverdi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir