Kilom 120, boyum 1.50, hiç futbolcu görmedim, kornerle penaltının ve frikikle ofsaydın farkını merak etmedim, iki kale direğinin arasını ve üst direğin yüksekliğini bilmem… Ama ben, çok iyi kaleciyim!
Çünkü öyle hissediyorum ve zaten kahve arkadaşlarım da bana hep iyi kaleci olduğumu hissettiriyor!
Ben hep merak etmiştim; “Karadeniz’i hangi Türk buldu” sorusu hangi sınavda karşıma çıkacak diye!.. Bizim Tursun takasını vurmuş sırtına, o dağ senin bu dağ benim aranırken, bakmış ki, aha orda bir deniz!.. “Haçan senu aramaktan cözlerim karardu, onniçün senun adin Kara Tenuz olsin” demiş!..
Şu anda uydurduğum bu hikâye; güya taş kömürünü bulan (Uzun Mehmet miydi, Uzun Ömer miydi neydi) o uzunun “muhteşem” hikâyesine benziyor: Komutan askerlerini toplayıp şöyle diyor: “Bakın evlatlarım! Elimdeki siyah şeye “taş kömürü” derler ki memleket için büyük hazinedir. Buna iyi bakın ve gideceğiniz yerlerde benzerini araştırın. Vatan sizden kahramanlık bekliyor!”
Gaza gelen askerlerden o uzun da alıp bir parça kömür düşüyor yollara, dere tepe düz gidip varıyor Zonguldak’a. Anası bakıyor ki oğlunun cebinde bir parça kömür, soruyor:
-A benim uşağım, bu nedir?..
-Hazinedir anacığım…
-Hass…., ne hazinesi?.. Bizim evin arkasındaki dağ bundan yapılmış. Koca memleket bunu yakıp ta ısınır Nuh Nebi’den beri… Ben senin bezlerini de bu kömürle ısıttığım suda yıkamadım mı? A benim salak oğlum, söyle bana, bunu sana kaça sattılar?..
Hikâyeyi uzatmak mümkün; ama bir zamanlar sınavlarda (taş kömürünü kim buldu) sorusuyla toslaşanların şaşkınlığını azaltmak mümkün değil… Peki ne zaman şaşırdık bu kadar? 94 (veya 95) senesinin büyük tiraj yapan haftalık mecmuasında “Halkevinde uydurulmuş yalan: Taş kömürü hikayesi”ni okuduğumuz zaman şaşırdık… Devamında da diyordu ki araştırmanın: “Çünkü yeni kurulmuş bir ülkeye yeni kahramanlar gerekiyordu!”
Haa, dedik. Uyduruyorsa biri, demek ki “eskiyi unutturmak” istiyor!
Şimdi bu kadar lafın ardından sözü şuraya getireceğim: Bir kısım arkadaşlar, bilmem neredeki öğretmen güler yüzlü diye; bilmem neredeki memur çalışkan diye; bilmem neredeki emekli çok misafir ağırlıyor diye, onlara payeler veriyorlar. Çünkü paye almanın yolu bol bol paye dağıtmak!.. Paye ise; vilâyet!.. Haydaaa!.. Ya, kardeş; evliyalığı reddedenden evliya çıkar mı, veya beş vakti üç kılandan keramet beklenir mi?
Diyorsun ki; ‘yüz-yirmi-dört-bin’den ziyade peygamber gelmiş ve kim bilir ne kadar da evliya… Üstadı bile mantar gibi kendi başına bitmiş, paye verdiğin o adam yüz tane evliya ismi sayabilir mi sana?.. Hadi onu bırak sen say on tanesini!..
Sayıyor: “Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş, bir de adı İmam’la başlayan vardı eee, şey amcamın oğlu, dayımın gelininin yengesi, eee dur biraz düşüneyim…”
Çok düşünürsün, çok!.. Evliya olmanın ilk şartını yazıyor bütün kitaplar. İlk şart, yani olmazsa olmaz olan, nedir o?.. Tıssss! Unvanlar senin vermenle olsaydı!..
Bazıları; on velinin bile hayatını merak etmemiş adamlar için böyle konuşuyorlar… Cehalet diz boyu! Adam boşu boşuna “Siz benim tipime aldanmayın, hiç maç izlemedim ama kaavedeki arkadaşlar bana kaleci diyorlar” demiyor!
Stop
Muammer Erkul
08 Şubat 2008 Cuma