Nehir [18 Mayıs 2000 Perşembe]

O benim için; benim, kendim için göze alacağıma inanmadığım bir mesafeden kalktı, bana geldi…
Bu büyük bir fedakârlık, diye düşünüyordum; inandıkları adına ve kendi adına…
Ama bu fedakârlık anladım ki benim için değildi(!)

O, güçlü bir kişiliğe sahip olduğunu düşünmekteydi…
Ve “gücünü”, beni gördüğü an; benim “eksiklerimi” düzeltmek için kullanmaya… Daha doğrusu bende olması gerektiğine inandığı, ama olmayan; veya olmaması gerektiğine inandığı, ama mevcut olan özelliklerimle uğraşmaya başladı…
“Şöyle yaparsan çabuk yorulursun…
Öyle yaşarsan fazla sevilmezsin…
Böyle yanarsan çabuk tükenirsin…
Hem senin alevin çok parlak, onun bir kısmını kanatlarımla örtmeliyim, ki ışığın israf olmasın!..”

Ona, bu izni verdiğim an; “döndüğünden öldüğü güne kadar” pişman olacaktı; “bir eksiğimi daha” düzeltmediği için!..
…..
Halbuki o benim ışığıma-ateşime gelmişti, koşarak…
…..
Halbuki, onun “beni düzeltmek istediği biçimde” olsaydım, belki de zaten ben onun umurunda bile olmayacaktım, kim bilir…
…..
Üstelik ona kendi özelliklerime “dokunma izni” versem, yanacaktı;
Alevimden kavrulacaktı kanatları!..

Bin kişinin gözüyle bakılan, bir kişinin gözüyle bakanı itti hafifçe; kendisinden alabileceği “yanılgı zararı”yla kendi hayatını zehir etmesin diye!..

Aklıma geldi ki;
Bir zamanlar çok duyduğum bir “nehri” görmeye gitmiştim…
Hep duyardım, herkes anlatırdı onu; çook uzaklardan geldiğini, çook uzaklara gittiğini… Zaman zaman çok genişlediğini, zaman zaman çok derinleştiğini… Zaman zaman uysal bir kuzu gibi yayıldığını, yavru bir kedicik gibi mırıldandığını; ama zaman zaman kükreyerek, sivri tırnaklarıyla kayalardan kayalara atlayan bir dağ kaplanı gibi keskinleştiğini duyardım..
…..
İçinde cins cins, boy boy, lezzet lezzet balıklar olduğunu…
Çook geniş ovaların bu nehrin suyundan nasiplendiğini, pek çok tarlaya atılan tohumların bu nehrin suyuyla sulanıp yeşerdiğini, başak verdiğini, meyveye durduğunu…
Bu nehrin suyunun süte, bu nehrin suyunun şerbete, bu nehrin suyunun şıraya ve hoşafa döndüğünü duyardım…

Pür merak ve telaş ile düştüm yola, “düştüm” dizinin dibine…
…..
Ki, bu düşmek…
Ama bu düşmek “YIKILMAK” oldu desem…
Yalan olmaz…
…..
İşte bana;
Kıtaları ihya ettiği…
Sanki zamanın evvelinden gelip, zamanın sonrasına gittiği…
Sanki kiraza kan, buğdaya can taşıdığı…
Batan ayla doğan güneşin her gün ama her gün onun üzerinde biribirleriyle saklambaç oynadığı…
Hiç kesilmemiş ve sanki hiç kesilmeyecekmiş gibi gözüktüğü…
…ne benzer, hakkında pek çok hikaye söylenen bu “efsane nehir” işte şurda…
…önümde…
Üzerinde gıcırtılı kalaslardan yapılmış köprüsünü yirmi adımda geçebileceğim…
Az yukarda bir kaç mandanın içine girdiği…
Bir kaç sığırın önce kenarından su içip, ardında “su” boşalttığı…
İğreti köprüsünün dibinde kurbağaların vırraklamalarla kaçıştığı…
Hafif dönelemelerle akan, sarı-çamurlu bir sudan başka şey değildi!..

Bunun suyunda balıklar olsa ne olurduuu, olmasa ne olurdu?..
Bunun suyu tarlalara-bahçelere verilse ne olurduuu, verilmese ne olurdu?..
Bunun suyu çölleri aşsa ne olurduuu, aşmasa ne olurdu?..
…..
Döndüm geri ve yıllar geçti.
Nehir beni kaybetmedi, ben o nehri kaybettim!..

Onu tekrar “bulduğumda” coğrafî haritada bir ırmağı arıyordum…
Gözüm bir isme takılıyordu sanki… bir rengi, bir çizgiyi-hattı görüyordu sanki, ama ben; “ismini birilerinden duymuş olduğum” bir ırmağı-çayı aramakla meşguldüm…
O sırada biri ensemden tuttu ve suratımı vurdu sanki haritanın üstüne…
Sanki kaldırdı bir daha vurdu, sanki bir daha vurdu ardından…
…İki elimle masanın üstüne kapaklanmış halde;
GÖRDÜM ONU…
Nihayet!
…..
Ama bir daha eteğine varmak kısmet olmadı.

Stop
Muammer Erkul
18 Mayıs 2000 Perşembe

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir