Nostalji…
Herkesin, en az benim kadar hoşlandığından eminim… Ama “benim” ne anladığımı sorarsanız nostaljiden;
…..
Henüz birkaç bardak daha içesim var iken, çayın aniden bitivermesi…
Ve ardından, içime heyecan üfleyen o muhteşem kokusunu… Parmaklarımın arasında sıcacık kıpırdamasını… Dumanının, bir sarmaşık gibi büküle dolana nefes alacağım havaya dahil olmasını… Sonra, mahcup bir susuş ve susayışla sanki öper gibi dudağıma dokunmasını… Dilimin üzerinde ve damağımda bütün hazzını bıraka bıraka yayılmasını… Sonra da ılık ılık içime akmasını sürekli bir hatırlayıştır benim için nostalji…
Nostalji; hatırdan çıkmayan bir ağız tadıdır gerçekten de…
Nostalji; dostlar sofrasındaki, yemeğe lezzet veren muhabbettir…
Nostalji;
Dışarıda sert bir rüzgar eserken…
Kapıdan penceredeki camlara kadar, sanki bütün bir odayla birlikte demlenmiş olan çayın, henüz bir kaç bardak daha içesin varken, aniden tükenivermesinden başka nedir ki?..
En hoşu da nedir, bilir misiniz?..
Üç yahut dört yaşını süren küçük çocukların bile, konuşmalarına, heyecan içinde, ve;
“Eskiden…..” Diyerek başlamalarıdır.
Çayın ve kahvenin tadını bilmeyen küçük çocuklar dahi; ağızlarını doldura doldura; “Eskidenn…” diyerek başlattıkları muhabbetlerin lezzetini biliyorlarsa…
…Eh, yani…
Nostalji konusunda bana da artık susmak…
…ve de sizleri, buğusu üstünde bir nostalji yazısıyla başbaşa bırakmak düşer.
…..
Afiyet olsun!
———————————————————–
Mani yoksa…
Düne kadar, kuruyemiş ve tombala, Yılbaşı gecelerinin vazgeçilmez ikilisiydi. Bayram sabahları el öperdik, ya bir şeker olurdu armağanımız, ya da mendil içinde harçlık. Kuru incir içine ceviz koyar, küçük ellerimizle Yafa portakalları soyardık Yerli Malı Haftalarında…
Berberlerde “AKBABA” okunur, kayışlarda çelik usturalar bilenirdi.
“ZENCİ, MABEL” çiğner, topaç çevirir, misket oynardık, yukarı mahallede…
Mahalle mi kaldı? Basketbole başlamadan önce dalya, istop ve yakantopla oldu, topla ilk tanışmamız. Beton mantarlar yokken sokaklarda, mahalle aralarında, japon kalesi maç yapılırdı. Koskoca BALİNA küçücük yakaya nasıl girerdi bir türlü anlayamazdık. Çözemezdik sihrini masmavi çivitle bembeyaz çamaşır yıkamanın…
Radyo dinlerdik, ufkumuz genişlerdi. BAK BAK Yüksek Kaldırım’daydı, bilirdik. ‘’HAYAT MECMUASI’’nda Hikmet Feridun Es ile birlikte, dünyayı dolaşırdık pasaportsuz, vizesiz.
Türkiye’de 67 il vardı düne kadar. Zonguldak’ta noktayı koyardık.
İş Bankası kumbaraları ilk tasarruftu, ilk mülkiyet. Konkensiz kadın günleri yaşanırdı. Elişleri, dantelalar örülürken, ince belli bardaklarda çaylar içilir, sohbet önce yakın çevreden başlar, sonra ülke sıkıntılarına geçilirdi.
İsimlerden sonra gelen ‘’BEY’’ ve ‘’HANIM” takıları rahatsız etmezdi kulaklarımızı.
Yemek, beyaz örtülerin üzerinde, porselen tabaklarda yenilirdi. Komşu sadece dilde değil, yürekte de vardı. Evin küçük kızı komşuya gönderilir;
‘’Bir maniniz yoksa annemler bu akşam size gelecek’’ denirdi.
CINE 5 yoktu, lacivert yaz akşamlarında, açık hava sinemalarında seyredilirdi filmler. Ay çekirdeği alınır, minder kiralanırdı. Beş dakika ara beklenirdi, frigo buz içmek için sabırsızlıkla.
Mobil telefonlar sadece JAMES BOND filmlerinde vardı. Jeton alıp, sıra beklerdik telefon etmek için.
İnsanlar daha mı az yorgundu ne; otobüslerde büyüklere ve hamilelere yer verilirdi…
Kimliğini bir türlü çıkaramadığımız ve tabii bin türlü canlandırdığımız, ‘’YUKİ’’ ile şenlenirdi evler. Radyo Tiyatrosu, Onaltı Soru Bilgi Yarışması, şimdiki Brezilya dizileri gibi vazgeçilmezdi, herkes için…
Reyting kelimesi yoktu kelime hazinelerimizde… Ali Kırca TRT Washington muhabiri idi. Kupon, sertifika tasası olmadan, gazete alınırdı. Gazeteler okunmak içindi.
Kahve yüz gram alınırdı her dem taze. Kuruş bir değerdi, Bir Lira vardı. Her kış öncesi evlerde reçeller yapılır, turşular basılırdı. Gillete Contours yoktu. JOB kullanırdı, NACET kullanmayanlarımız…
Siyah okul önlükleri, beyaz kolalı yakalar, geceden ütülenirdi. Sevgileri, sevdaları, ilden ile, gönülden gönüle taşırdı, kartlarımız, mektuplarımız. Sokak aralarında patates soğan çığlıkları yerine Yoğurtçu çıngırakları duyulurdu. Ezanı hoparlörden dinlemez. Dokuz kez düşünmeden söz söylemezdik…
Çocuklar oyun bile oynarlardı. Toprağı saksıda değil, arsada ve bahçede tanırlardı.
Çevre örgütleri boy göstermemişti henüz. Çünkü çevre vardı. 10 Kasım’larda gazeteler, siyah manşet çıkar, fabrikalar sirenlerini çalardı… Anayurt dörtbir yandan çelik ağlarla örülürdü. Ankara’yı ziyaret eden dostlar ANITKABİR’e götürülürdü. Bildiğimiz en gizli şey gizli pençe, konuştuğumuz dil Türkçe idi.
Fener alayları yapılırdı cadde cadde, sokak sokak tatil proğramları yerine bayramlarda. Kucak kucak çiçek toplanırdı kırlardan Anneler Günü’nde… Göğsümüz Cumhuriyetin tunç siperiydi…
Yeni bir dünya kurulacak, ve Türkiye o dünyada yerini alacaktı.
İnanmıştık.
İnanırdık… Geleceği geçmişten kopmadan kuracağımızı sanırdık. Candan insanlar vardı.
Yaşadığımız binlerce gerçek, ve kurduğumuz binlerce düş vardı.
Savrulduk hepimiz bir yerlere, sadece elimizde bir avuç değerle…
Suzan Oylum A.
Stop
Muammer Erkul
16 Kasım 2000 Perşembe