Her dünya güzeli, "senin" güzelin olmaz ama; o, hem dünyalar güzeli, hem de "benim"di. O zamanlar adımı bilmese bile…
Mavi göğün altında,, ki, mavi denizin kıyısında,, ki parktan bakardım bazen; ve yolun hemen üstündeki camiye girdiğini görürdüm… Kafalığımı dahi yerde unutup, cebimde şangır şungur misketlerimle, dalgaların yaslandığı helâların önündeki musluklara koşar ve öyle hızlı bir abdest alırdım ki; sanırım, tozlu yüzümde çizilmiş ter izleri bile silinmezdi. Ama, yetişirdim cemaate… Sımsıkışık dururdu adamların hepsi. Hani şöyle, bacağımın birini sokacak kadar yer olsaydı safta, girerdim yanına. Ama mümkün olmazdı!..
En arkada kalırdım ben, kuyruğunu titreterek ağlayan şeftali tüylü bir kedi yavrusu gibi!..
İmam selam verince herkes dağılıp ayrı yerlere otursa da, ben hep aynı yere otururdum kazayla!.. Diz çökükken bacağımın yüksekliği, onun bacağının yüksekliğinin yarısına filan gelirdi. İyice yaklaştırırdım kulağımı, dualarını dinlerdim. Duyardım da bazen… Kötü arkadaşların şerrinden korunmak için dua ettiğini duymuştun bir keresinde ve ben bunu yıllar yılı düşünmüştüm ve sırf o ediyor diye de yıllar yılı etmiştim hep…
Namaz bitince bazı büyüklerin elini öperdi, mahalleye seyrek geldiği için. Hem fakülte okuyup hem de adını bilmediğim bir gazetede çalışıyordu çünkü. Onlar konuşurken, ben; terliklerimi yolun kenarında fırlattığımı bildiğim halde, raflara bakardım, sanki bulacakmış gibi.. Ama böylece çoğu zaman, çıkış kapısına inen merdivenlerde arkada kalmayı, kapıdan da onlardan sonra çıkabilmeyi başarırdım…
Kimseler kalmazdı sonunda.
Tozlu saçlarıma elini koyar, bir tebessüm boyunca; masmavi bakışlarıyla ışık akıtırdı gözlerime… Bir nefes alırdım işte o zaman, ve onu bırakmaz; ciğerine mavi üflenmiş bir mavi kuş gibi uçardım mavi göğün altında ışıldayan mavi denizin kıyısındaki parka… İncir ağacı bile mavi miydi ne!..
Hacı Şevket amca ile birlikte, hafifçe yükselen yolda, ağır ağır yürürlerdi sonra, baba ve oğul. İzlerdim arkalarından…
Güneşin altında hangi karanlıklar hüküm sürüyor şu an, bilemiyoruz…
Ve bilmiyor hiç bir deniz feneri; nerde, ne zaman, ne yaparak, hangi gemiyi kurtardığını!..
Pazar günü, bir kitap daha uzatıldı bana, imzalamam için. Aldım, ve baktım, ve gördüm ki; canıma bakıyordu gene o mavi gözler, ki cânın bakışına can mı dayanır?..
İnsan ağlayamıyor bazen, neden ki; bütüüün çocukluğu, pır pır çırpınan bir serçe gibi konsa bile önüne!..
On beş seneye yaklaşmıştır; Paşabahçe kabristanında yanına sokulmuştum. Mahallemizin hoca efendisiydi ya babası, onu vermiştik toprağa. Bir daha görmemiştim…
Gene, o tarihten yıllar sonra,, öğrenmiştim ki… Hatta, sanırım,, bu köşede yazı yazmaya başladıktan sonraydı ve eski mahallemizin imamından bahsederken birine, demişti ki; "onun oğluydu bizim gazetemizin ilk yazı işleri müdürü!.."
İnanamamıştım!..
Nerde, ve ne zaman,, ve ne yaparak,,, ve hangi gemiyi kurtardığını bilmiyor hiçbir deniz feneri!..
Ve sanırım, bilmesi de gerekmiyor!..
Stop
Muammer Erkul
05 Mart 2003 Çarşamba
O deniz feneri şimdi de ÇAMLICA adlı bir ATÖLYEDE âdeta kendisi gibi yeni yeni DENİZ FENERLERİ imal etmeye uğraşıyor…
Evet kendisi bunu hiç ama hiç dillendirmeden, olabildiğince mütevazılığı ile…
Ben de, kaç tane gemi gördüm, kendilerini kurtardığını itiraf eden, O DENİZ FENERİ’ne…
Dualarında yer bulabilmek ne kadar hoş olurdu o DENİZ FENERİ’nin…
Lugat