Olcay Yazıcı’nın ardından…

Osman Olcay Yazıcı vefât etti…

Thumbnail image for images/big_sanatalemi.net_bydxe5qllhemzruq3g2bpunk525-olcay yazıcı-333.jpg 

Türkiye Gazetesi’nde İrfan Özfatura’nın hazırladığı 19 Eylül 2010 Pazar tarihli İz Bırakanlar sayfasında arkadaşlarının dilinden şöyle anlatıldı Olcay Yazıcı: 

Arkadaşlarının dilinden Osman Olcay Yazıcı

ŞAİR ÖFKESİ

Olcay Yazıcı’yı ilk defa dinleyenler öfkesinden ürkebilir ama dostları onu iyi tanır, huzursuz olmazlardı. Babıalinin asabi çocuğu masa yumruklasa ne olur, bilirler ki birazdan tebessüm dağıtacaktı.

DERDİ VARDI

Müstemlekecilerin fitneleri, aydınların mugalata ile uğraşması, gençlerin çelik çomak oynaması, Türk dilindeki erozyon, sanata ve sanatkâra olan ilgisizliğimiz onu üzer ve yorardı

ESKADER vefalı bir dernektir. Türk Edebiyatına zerre miskal hizmeti geçenler için anma toplantıları ayarlar. Daha ziyade merhumun arkadaşları gelir, hatıralarını anlatırlar. Kâh güler, kâh ağlar, birer fatiha okur, ruhuna yollarlar.
İrfan Atagün, Mehmet Emin Alpkan, Münevver Ayaşlı, Dilaver Cebeci ve daha nicesi….
Sunuculuğunu genelde Mehmet Nuri Yardım yapar, kürsünün değişmez bir ismi vardır. Osman Olcay!
Olcay Ağabey önce tatlı tatlı anlatır, sonra öfkelenmeye başlar. İlgisizliğimizden alakasızlığımızdan girer, kadir kıymet bilmeyişimizden çıkar. Eli kolu öylesine oynar ki bir kare net fotoğraf alamazsınız ondan.
Sanırım bunları geçmiş zamanda yazsam daha iyi olacakdı. En iyisi siz birer “dı” koyun yukarıdaki cümlelerin sonuna.
Evveli gün Eskader yine bir anma toplantısı düzenledi. Bu kez dostları onu anlattılar. Ama nasıl ikircikli, adeta teyakkuzda… Sanki Olcay Abi bir yerlerden çıkacak…
Ben ise İhlas Holding binasında kısa bir tur attım, Rahmetli Olcay Yazıcı ile çalışanlara mikrofon uzattım. Dilerseniz bırakalım onu, onu tanıyanlar anlatsınlar. Ahmet Sırrı Arvas Ağabey’den başlayalım mesela…

ŞİİRİ DEMLE!

90’lı yıllar. Çok idealistim o zamanlar. Dine, devlete, millete hizmet edebilme gayreti içindeyim. Bu yüzden Van’dan kalkmış İstanbul’a gelmişim. Mürekkep kokan Cağaloğlu sokaklarını seçmişim. Şiirler nesirler yazmalı, kalemimle ve kelamımla mücadele etmeliydim.
O sıralar Babıali Edebiyat fakültesi gibiydi adeta. Gençler çalışmalarını toplar, mahçup bir edayla üstadlara sunarlar. Bir gazetede köşesi olan hazretin ağzından çıkan kanundur, öper başlarına koyarlar. Bilirim sırf bu yüzden nicesinin hevesi kırıldı, yazıp çizmeyi külliyen bıraktılar.
Bir gün ben de yazdığım şiirleri dosyaladım. “Erguvan Uğultusu” (ne keyifle okumuştum ama) kitabının şairi Olcay Yazıcı’nın kapısını çaldım.
Daha önce şiirlerimi gösterdiğim ustalar dudak büküp paylamış, dosyayı koltuğumun altına sıkıştırmışlardı. Halbuki Olcay Ağabey beni kibarca karşıladı. “Müsaade edersen” dedi, “Bunları evde inceleyeyim. Kanaatlerimi söylerim sana. İçimden geldiği gibi ama… Darılmaca, kırılmaca yok tamam mı? Dostça!”
Bir hafta sonra kendisi aradı. “Vaktin varsa gelir misin bana?”
Gittim, yer gösterdi, çay söyledi. Şiirleri dikkatlice okumuş. “Evet” dedi, “Duygulusun ve istidadın var ama eksiklerin de var!”
-Eksiklerimi nasıl gidereceğim peki?
Elindeki küçük kağıda 9 madde yazmış. Tek tek okumaya başladı: “Biiiir! Şiiri demleyeceksin!”
– Demlemek mi?
– Bak Ahmet, insan yazarken yazdığının tesirinde kalır, sanır ki dünya alem vurulacak… Halbuki o havadan bir sıyrıl, kusurlarını görmeye başlarsın. Sen sen ol, yazdıklarını bir çekmeceye at sakla, aylar sonra çıkar, tekrar sil, tekrar karala… Aylar sonra bir daha… Aylar sonra bir daha…
-Anladım Abi taaa ki dem tutana kadar.

KAFİYE UĞRUNA

-İkiii! Kafiye uğruna mânâyı feda etme. Kulağa hoş gelecek diye saçmalama. Bırak serbest kalsın, hece sayıları da tutmasın. Okuyucu teknik detayla uğraşmaz ama şuracığında bir şeyler kıpırdıyorsa…
Üüüç: Eserini şevkini kırabilecek yazarlara gösterme, onları ciddiye de alma!…
Dööört: Şairlik mesai ile olmaz. İnsan 7/24 şiir yazamaz. Sakın ne yazsam ne yazsam deyip konu arama. Bırak aksın, akmıyorsa da zorlama. Çıtayı yüksek tut, yüz yazacağına bir yaz. Sorarım sana Yahya Kemal’in kaç tane şiiri var?
-Haklısın abi çok az.
Beeş: Çalış, uğraş, kendini aş!
Altı: On oku, bir yaz. Dol, dol taş!
Yedi: Şunu bil ki bu âlemde işlenmemiş mevzu, söylenmemiş söz kalmadı. Sen de aynı vadide at koşturacaksın, “farklı olmaya” bak. Ki üslup diyorlar buna.
Sekiz: Mısraların hem gönül hem kulak okşamalı. Ahenksiz şiir olmaz. Unutma!
Dokuz. Kimsenin övgüsüne yargısına bakma! Bugün seni çok övenler, yarın yerecektirler kolayca
Ve son söz: Kendine “ben bu işi niye yapıyorum” diye sor. San’atını ulvi gayeler için kullanacaksan tamam, kullanmayacaksan ne diyeyim sana. Aldığımız her nefesin hesabı var zira. Meselâ otur Server-i Kâinat için bir naat yaz. En güzel tasvirleri Efendimiz için yap. Onunla yat, onunla kalk… Onu rüyalarında görmeye çabala. Umulur ki şefaatçin olur mahşer meydanında…
Bu reçete herkes için geçerli… Dilerim gençlerimize de ufuk açar.

NE İSTERİM DAHA

Olcay Abi derin bir insandı ama herkesle konuşur, kimseye mesafe koymaz.
Bir dönem aralarında Bekir Sıtkı Erdoğan’ın da bulunduğu sekiz on şair bir araya gelir, son yazdıkları şiirleri, gün yüzü görmemiş çalışmaları paylaşırlardı. Yine böyle bir şiir şöleni için İhlas kolejinde buluşmuştuk. Olcay ağabey de şiirini okudu ki hakiki medeniyetin bize ait olduğunu anlatıyordu orada. Program bitti bir genç gelip önüne geçti. “Söylediklerinizden çok etkilendim” dedi, “İnşallah bizler de ecdadımızın yolunda gideceğiz. Bu günden itibaren atom mühendisi olmak için çalışacağım. Söz veriyorum sana!”
Olcay Ağabey ağlamaklı “şu cümleyi duydum ya” dedi, “ne isterim daha!”

SORSANA!

Olcay Ağabey anlatmıştı. Gençlik yılları, bir konferans sonrası üstadın önüne geçiyor, mülakat yapmak istediğini arz ediyor. Necip Fazıl telefon numarasını uzatıyor “ara görüşelim” diyor.
Arıyor ve randevuyu koparıyor. Büyük bir heyecanla Erenköy’e koşuyor, kapıyı çalıyor. Üstad gazeteciye benzetememiş olmalı ki soruyor “sen ne iş yaparsın?” Olcay ağabeyin ağzından kaçıyor: “Şairim efendim!”
Kendi tabiriyle ona bunu söylemek devlere savaş açmak gibi bir şey.
Üstat gülüyor, “başka iş bulamadın mı peki?”
Olcay Ağabey ne desin, boynunu büküyor.
Üstad “sorsana be genç adam” diyor, “peki sen niye şair oldun diye sorsana?”
O gün Necip Fazıl, Olcay abiye içini açıyor. Bir şair, bir şaire “niye” şair olduğunu anlatıyor.


ATOM KARINCA

Osman Olcay Yazıcı 1953’te Trabzon, Sürmene, Yukarıovalı’da doğdu. Köyde ders kitabı haricinde kitap okuyan tek talebe odur. Şiir yazan ilk isim de o olur.
Tahsil hayatı zorluklarla geçer, kendi çabaları İstanbul’da yer edinir, kalemini ispatlar. “Hisar” gibi ciddi bir dergide şiirleri çıkar. 1983’te Türk Edebiyatı Dergisi’nde işe başlar. Ertesi yıl Türkiye gazetesine geçer, diziler, köşe yazıları, mülâkatlar hazırlar, yöneticilik yapar. Bir ara İhlas Holding dergi grubundan “İnsan ve Kâinat”ın editörlüğünü (1988-94) üstlenir, bir ara Avrupa Baskıları servisine hız katar (1997). Bu dönem çok verimli geçer, tanışmayı arzuladığı ne kadar isim varsa, sıcak dostluklar kurar…

Nokta ile virgül gibiydik

Benim işim iktisatla, parayla, onun işi ise edebiyatla, sanatla, maneviyatla… Ulusal yüz endeksiymiş döviz fiyatıymış alakası olmaz. Ama ben onu dikkatle izlerdim, hiç kaçırmam. 84’lerdi sanırım. Türkiye gazetesinde röportajlar yapıyor. Resme çıkmaktan hazzetmediği belli, kenarda kenarda duruyor. Kim bu? Kim bu? Neyse gazeteye başladım, bir baktım ufak tefek bir adam. Ben onu dağ gibi hayal etmişim meğer, o okkalı yazılar bu cüsseden çıkıyor ha?
Tipik bir Karadenizliydi. Çabuk parlar, ağzına geleni söyler, içinde koymaz. Çabucak da barışır, kin tutmaz.
Neşelidir oysa, hem de ağır şakaları kaldıracak kadar.
Fırat Handayız, televizyonu tavana asmışlar. Şimdi bir kanal GS maçını veriyor, diğeri Trabzonspor’u. O zaman uzaktan kumanda yok, gidip düğmeye basıyorum GS karşımızda. O ise kanal değiştirmek için masaya çıkmak zorunda.
Bir oldu, iki oldu, üç oldu. “Bak” dedim “biz adamı işte böyle oynatırız masada!”
Güldü… Ağırına gitse de yutar, dostlarını katiyen kırmaz.
TGRT açılınca “gel be Olcay” dedim, “birlikte bir program yapalım!”
– Seninle ne programı yapacam ya!.. Okumazsın yazmazsın. Kafan da çalışmaz.
– Tamam sen kafa tarafına bak, ben görüntü kısmına. İkimizden bir adam çıkar evelallah!
Olmadı… Yapabilirdik aslında…
Muhteşem bir üslubu vardı. Çok da duygusaldı.
Şahidim, yüreği Allah (Celle Celalüh) ve Habibullahın (Sallallahü aleyhi ve sellem) aşkı ile çarpardı.

Metiner Sezer


Çocukla ÇOCUK olmayınca

Bir ara ona çocuk sayfasını verdiler. İstenilen şey çocukça fıkralar, masallar, destanlar… Ama o Necip Fazıl’dan, Erol Güngör’den, Cemil Meriç’ten girift girift mevzular derliyor. Olcay Yazıcı bu, bir türlü sadeye ve basite inemiyor. Baktılar olmayacak “sen sayfanın yaşını büyüttün” dediler, onu Kültür Sanata aldılar.

Ahmet Demirbaş

Sevindiren sevindirilir

Bir Ramazan günü, vakit ikindiye akmakta…
İçeriye bir kadın girdi, mahcup, tedirgin. Yanında bir kız çocuğu… Elindeki kağıdı Olcay Abi’ye uzattı: “Şey… Yazısı yayınlananlara para veriyormuşsunuz da…”
Darda kalmış olmalıydı. Olcay Abi, hiç düşünmeden “aaa tabii tabii” dedi, dışarı çıktı. Elinde beyaz bir zarfla döndü, “Buyurun hanımefendi!”
Evet, “Hayatım Roman” köşesine hatıra yollayanlara bir para takdim ediliyordu ama böyle değil. Posta çeki ile gönderiliyordu daha sonra…
Belli ki Olcay Abi cebinden vermişti. Halbuki, ayın son günleriydi, onun o paraya olan ihtiyacı gelenden az değildi.
Aradan bir saat ya geçti, ya geçmedi, haber geldi. “Muhasebeye koşun! Enver abi bir maaş bayram ikramiyesi veriyor!”
Bir neşe, bir neşe… Kahkahalar çığlıklar…
Olcay Ağabeye yaptığının farkındayım gibilerinden baktım “ne çabuk döndü değil mi?”
– İnan şaşmadım! Sevindiren sevindirilir be Ünal Abi!

Ünal Bolat

http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=461975

——————————————————–

Olcay Yazıcı’nın son şiirlerinden örnekler:

Ayna aynaya gurbet, ayna aynaya zulüm
Aynada nûr âyini, şeb-i arus ve ölüm

Ne varsa mâsivâda ayna içinde esir
Aynada gül yangını, ayna küskün, münkesir

Sihirli gündönümü, esrarengiz nev-edâ
Ayna bir ayrılıştır, buruk, hüzünlü vedâ
 
Firûze bir efsâne, hayat denen sonsuz güz
Aynada  doğarız biz, aynaya gömülürüz.

***

Vedâ limanına gemi yanaşır
Herkes tufânını içinde taşır
Bağlanırız, tûl-i emel güderiz
Sonra bir gök-ata biner gideriz
Ömür kısa, hikâyemiz uzundur
Cümle âlem bu zindandan mahzundur.

***

Yeryüzü zindanında hazin hayâller kurdum
Hani sen nakış örer, ben şiirler okurdum
 
Ömrün hâzan mevsimi: mâzide kaldı ilkyaz
Ağıtlar kitabına benim de adımı yaz
 
Cehennem âteşinde yandı bütün sümbüller
Bu ölü şehirlerde artık yeşermez güller
 
Dolaştı yumağımız: bu bir kader sarmalı
Yılların hesabını acep kimden sormalı?
 
Bil ki başa dönülmez çığlıklar ırmağında
Kırk gün kırk gece düğün olsa da Kaf dağında!
 
Çok şükür bitti tûfan, o âfet rüzgâr dindi
Hayat dediğin ne ki: hüzünlü bir ikindi
 
Arzulanan saadet semâda mı, yerde mi?
Acılarla yaşamak: işte aşkın erdemi..

***

Hasretler çeker kılıcı
Nâzendeler cân alıcı
Istırap hazdan kalıcı
Ese dursun güz rüzgârı
 
Âşktır âteşleyen kanı
Tenhalarda ağlayanı
Ruhlarda nil çağlayanı
Uça dursun esrik arı
 
Yok oldu efsâne dağı
Sevgili, ömrün odağı
Geçti hayâl kurma çağı
Yağa dursun hüzün kar’ı
 
Çatal-şimşek kıvılcım çak
Kandilleri kim yakacak?
Zaman tedirgin ve kaçak
Aşa dursun uzakları
 
Bin naz ile doğan bebek
Ağıtları anlamaz pek
İnsan, bu zindanda tem-tek
Sara dursun kundakları
 
Sonsuz bir çığlıktır hayat
Sınanışı, sabırla çat
Kapımızda evecen at
Çıka dursun gök-yukarı

Karanlıkta ölgün fener
Gül gölgesi değse söner
Kervan bir gün ger idöner
Aka dursun gün suları

Var olmak, silik bir resim
Kimliğimiz mecaz-isim
Bozulur büyü ve tılsım
İrkilir cân uykuları!

Olcay Yazıcı


Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir