Bazı günler farklıdır, bazı olaylar farklıdır, bazı hayvanlar farklıdır, bazı çiçekler farklıdır… “Bazı” ile anabileceğimiz her şey veya hal; özel muamele ister… Ki, sonra pişman olmayasın…
Bazı insanlar gibi!
Bu gün bir insanı anlatmayacağım size, bir çiçeği anlatacağım; Orçun’u…
Onu, bu bahar İstanbul’da, Kavacık pazarından satın almıştım. İri bir çay bardağı kadardı… Hatta sırf, satıcı adama sormuş bulunduğum için almıştım…
Yerdeki yüzlerce fide ve saksı arasına konmuştu, arkadaşlarıyla beraber. Parmağımı şöyle uzatıp; “kaça” diye sormuştum. Adam bir kadınla meşgul olduğu halde beni duydu, birini seçti; o sıra ben de elimi cebime daldırmış, bütün bozukluklarımı çıkarmıştım. Saydıklarıma bakarak; “yeter yeter” dedi ve ilk söylediğinden bile az paraya Orçun’u avucuma verdi… İsmini sonradan koymuştuk ama nedenini unuttum…
Pazarın gürültüsünü, uğultusunu duymuyordum şimdi… Yeni doğmuş bebekleri annesinin-babasının kucağına verir ya hemşireler; benim de içim kıpırdadı… Küçük ve yeşil bir civciv gibi parmaklarımın arasında okşadım onu. Minicik, kıpır kıpırdı yaprakları, kıvır kıvır saçlara benzeyen…
Okşayınca uyandı da sevindi sanki. Gerindi ve bebeklerin yaydığı süt kokusu gibi kendine has kokusu yayıldı havaya. Avucum bile fesleğen kokuyordu şimdi…
Evde küçük ve kahverengi bir saksı ile toprak vardı…
Kahvaltı masasında Orçun, çalışma masamın kenarında Orçun, yatarken başucumda Orçun, salondaki sehpanın üstünde Orçun… Üç günlüğüne Urumeli’ne gitmeye karar verdiğimiz zaman kalır mı ki evde, şımarık. Ben de geleceğim, diye süzülmeye başladı… Gel hadi, geel; aldık başımıza derdi!..
Koltuğa oturtup boynuna emniyet kemeri takacak değiliz haliyle; ön cama koydum sığmadı, arka koltuğun önünde de güneşi bile göremez… Sağ elimin altında, vites ve el freninin yanında bardak/şişe koymak için yer yapmışlar. Meğer orayı Orçun için bırakmışlar! Burada gitmek ister misin, dedim de bayıldı keyiften…
Hava sıcaksa sıcak, ben birkaç yudum su içtikçe ona da bir yudum döküyorum. Okşuyorum, saçlarının arasına daldırıyorum parmaklarımı, kafasını kaşıyorum…
Hava aldı gezdikçe yer gördü ama, kötü olan; Orçun gezmeye alıştı!..
Hemen ardından Kuzuluk devresi geldi; evdeki bütün çiçekler hooop komşuya. Peki Orçun? Çoktan yerine kurulmuş ta “ne zaman hareket edeceksin” diye dizini sallıyor sıkıntılı sıkıntılı!..
Kuzuluk, Adapazarı’nın Akyazı’sında malum… Gülüşe oynaşa gittik yine fesleğen kokuları içinde, keyfimize diyecek yok. İki hafta sonra Düzce’ye gidip bir gece de Gölyaka’da kaldık. Sonra İstanbul’a kadar batıya sürdük; ve bir hafta sonra yaklaşık 150 kilometre daha batıya… Orçun ise fesleğen kokan küçük ve yeşil bir top gibi hep sağ elimin altında; parmaklarım saçlarının içinde, benim içtiğim her yudumdan nasibini aldı…
Seçim günü. Camekanın içindeki büyük saksıda oturan “Limonağacı hanım”a emanet ettik Orçun’u, her ikisine de bol bol su verip yola çıktık…
Bunca zaman saksısına, sıcağa soğuğa ve hatta yolculuğa bile alışmış bu mahluk koca bir limon fidanının dibindeki toprakta mı üç beş gün geçiremeyecek?..
Zaten yanımızda götürsek, belki “ben de oy vereceğim” diye tutturacak!..
Sanırım beşinci gün. Orçun’un yanına döndük. Baktım ki; ölmüş!
Hem de sanki gittiğimiz gün, sanki üzüntüden kalp krizi geçirmiş gibi… Bir tek yeşil zerresi kalmamış halde… Ölmüş, kurumuş, kararmış sadece beş günde!
Suladım filan ama hiç fayda etmedi. Orçun, “terk edildiğini sandığı için” öldü…
Ben bunu anlatmazdım şimdi…
Bir hikâye daha işittim. Hep haberini aldığım bir başka fesleğen daha ölmüş; “sahibinden başka biri tarafından sulandığı” gün!
Çiçekler çok hassas oluyorlar, değil mi?
Peki, insanlar ne kadar hassas oluyorlar?
Stop
Muammer Erkul
05 Ağustos 2007 Pazar